MUĞLA’DA ALEVİ-TAHTACI KÜLTÜRÜ
Tahtacılık bir mesleğin adıdır ve Muğla Tahtacıları Muğla’nın iki
ilçesinin iki mahallesinde ve on köyünde yaşamaktadırlar. Makalenin amacı, Muğla Tahtacı kültürünü genel olarak tanımak ve bu kültürün felsefesini anlamaktır. Tahtacı kültürü ile Alevi kültürü arasında benzeşen ve ayrışan yönler bulunmaktadır. Tahtacılığın meslekî, hukukî, dinî ve mitolojik boyutları vardır.
Bu makalede Tahtacılık çerçevesinde daha önce yapılmış
çalışmalar değerlendirilmiş, ayrıca yapmış olduğumuz derlemelerden yararlanılmıştır. Alan araştırmalarında görüşme tekniği kullanılmış, Tahtacı kültürü mukayese, bağlam ve tarihî olmak üzere eklektik yöntemle ele alınmıştır. Geleneğin tarihi yapısı ile günümüzdeki dokusu arasındaki süreç izlenmiştir.
Alevi-Tahtacı kültürü çok eski inançları içinde barındırır. Tahtacı
Aleviliğini Alevilerden ayıran temel özelliği, bağlı olduğu “Yanyatır Ocağı”nın Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlanmayıp İslam öncesi döneme, Şit Peygambere kadar götürülmesidir. Alevi-Tahtacı kültürü tarihte olduğunun tersine, içe kapalı yapısını aşmıştır. Alevi-Tahtacı kültürünü Sünni kültürden ayıran temel farklılık, sözlü kaynakları referans almasıdır; benzer yönleri ise halk Müslümanlığı bağlamında İslam öncesinden taşınan ortak dokularıdır.
Tahtacılar adını tahtacılık mesleğinden alır. Tahtacılık yörenin
tahta ihtiyacını gidermek adına marangozluktan farklı bir iştir. Tahtacı inancı Alevi kültürünün bir parçasıdır. Ayinlerde yaş haddine göre de ayinler yapılır. Elma ve bade bu ayinlerin birer parçası durumundadır. Alevi kültüründe iç hukuk söz konusudur. Yapılan aykırı davranışlar söz konusu olunca, toplum adına ceza verilir. Cezalar alenidir ve bütün toplum verilen cezaları uygular. Alevi kültürünün tarihi ve inanç dokusu mitolojik temellere dayanır. Bu kutsal anlatılar, her kuşakta yinelenerek güncelleştirilir.
Alevi-Tahtacı kültürünün kökenleri İslam öncesine kadar götürülmektedir. Alevi kültürü, pek çok inancın harman olduğu VIII. yüzyıldan günümüze kadar çeşitli ritüelle birlikte taşınmıştır. Alevi kültürü Maveraünnehr Bölgesinden, İran, Irak, Süriye, Anadolu ve Balkanlara kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Tahtacı adı “ağaç eri” olarak tarihi kayıtlara da yer almıştır (Birdoğan 1995, 9-30; Engin 1998, 30, 61-67; Yörükan 2002, 367–429; Selçuk 2004 27-33).
Tahtacı/lık, Aleviliği de içine alan bir adlandırma olup kaybolan ve artık yapılmayan bir meslek erbablığının adıdır. Muğla’da yaşayan Alevi kültürü de köy merkezlidir. İki ilçenin merkez mahallelerine yerleşim, Cumhuriyet sonrasında gerçekleşir. Bunlar Fethiye’ye bağlı Foça
Mahallesi ile Ortaca’daki Cumhuriyet Mahalleleridir. Bodrum’a bağlı Kumköy, İrmene; Milas’a bağlı Kıyıkışlacık, Koru, Pınarcık ve Yusufköy; Ortaca’ya bağlı Fevziye, Gölbaşı, Kemaliye; Ula’ya bağlı Çörüş olmak üzere on köy Tahtacı köyüdür (Büyükokutan 2005, 3-5).
Muğla Tahtacıları İzmir Narlıdere’deki “Yanyatır Ocağı”na bağlıdırlar. Muğla Tahtacılarını Alevi kültüründen genel olarak ayıran özelliği, Yanyatır Ocağı’nın diğer ocaklarla herhangi bir bağının olmamasıdır (Otter ve Beaujean 1995, 1; Yörükân, 2002, 155, 165; Büyükokutan 2005, 5).
Yanyatır Ocağının kökeni Çobanlı oymağına, Bağdat’tan Çukurova’ya gelip yerleşen Dur Hasan Dede’ye kadar götürülmektedir (Yörükân 2002, 151, 179). Tahtacı Dedelerinin merkezi olan “Yanyatır Ocağı”nın bir buyruğu bulunmaktadır. El yazması olan buyruğun tam adı “Hadâ Manâkıb İmam Ga–far aş–Sadık”tır. Yazıcısı Karacazade es–Seyyid Hüseyin Hüsnü Narlıderevî olup yazma tarihi 1309/1881’dir. Buyruğun özelliği özgün olması, diğer Alevi buyrukları gibi Şah İsmail dönemine dayandırılmamasıdır. Günümüzde artık rastlanmayan “oğlan ikrarı,” “kız ikrarı,” “ev ondalama” veya “ocak kızdırma ikrarları” yer alır. Vahdeti Vücut kuramında ve Alevi kültüründe çok iyi bilenen dört makam (şeriat, tarikat, marifet ve hakikat) tahtacı kültüründe ayrışır: Müsahiplik, peşinelik, aşinalık ve çiğildeşlik devreye girer (Otter 1995, 5-6).
Bir yanda Adem Peygamberin oğlu Şit Peygambere kadar giden İslam öncesi bağlar söz konusu edilirken, öte yandan Hatayi nefeslerinden ilham alınır. Anadolu Aleviliği arasındaki “Buyruk”ların Safevî döneminde Erdebil bölgesinden geldiği iddia edilmektedir. Hatayi nefesleri/deyişleri cem törenlerinde işlevsel olarak önemli bir yere sahiptir; cem törenlerine heyecan veren nefesler yer alır. Özellikle Erkân Ceminde Hatayi nefesleri çalınıp söylenir.
Hatayi mahlası ile Şah İsmail, bir yandan söylediği nefeslerle Aleviliğin biçimlendirilmesinde büyük katkılar sağlamış, diğer yandan dedeler aracılığı ile Anadolu’da etkili olmuştur. Şah İsmail’in taraftarları 1511 ve 1512’de Anadolu’da çeşitli isyanlar çıkartmışlardır (Otter 1995, 2,4; Selçuk 2004, 42). Kızılbaş ayaklanmaları, ardından Osmanlı–Safevî savaşı Alevi ve Sünni ayrışması adına, yüzyıllar sürecek büyük ve derin yaralar açmıştır. Çaldıran Savaşı sonrası Anadolu Alevi ve Tahtacı zümreleri, güvenlik amacıyla kontrolü zor olan dağlık bölgelerdeki kırsala sığınma ve yerleşme gereği duymuşlardır.
İran’ın Meşhed şehrindeki şeyh defterlerinde tahtacı isimlerinin bulunması yanında, tahtacıların Meşhed’den aldıkları beratlar da bilinmektedir. Dur Hasan Dede Horasan’a gitmiş, İmam Rıza’dan dersler almıştır. Bu yüzden onlar Hacı Bektaş–ı Veli yerine, Meşhed–i İmam Rıza’ya bağlıdırlar (Yörükân 2002, 151–153). XIII. yüzyılda Babaî isyanı dikkate alındığında, Aleviliğin Hacı Bektaş’a atfedildiği ve onun üstün mevkisiyle sonradan örtüştürüldüğü daha iyi anlaşılır (Melikoff 1994, 148).
Alevi-Tahtacı kültürü, dört ana yönüyle öne çıkmaktadır. İlki “tahtacı” adı, ikincisi toplumun belli bir düzen içinde sağlıklı ilişkiler kurarak var olmasını sağlayan “halk hukuku” üçüncüsü kadın erkek bir arada yapılan “ibadet,” dördüncüsü ise temeli en eski dönemlere kadar dayanan “kutsal ve mitik bilgilerin yinelenmesi”dir.
- Bir Meslek Olarak Tahtacılık
Tahtacılık mesleğinin ayrıntıları, önemli ölçüde Ula ilçesine bağlı Çörüş köyünde, 1933 doğumlu Ali Tozak’tan derlenmiştir. A. Tozak’a göre, tahtacılık ustalık gerektiren bir meslektir. Bu işe meyli olan işi iyi bilen kişi işini güzel yapabilirmiş. Ustalık “kolastarı, balta, bıçkı” gibi aletlet gerektirirmiş. Aletlere iyi düzen vermeyi herkes beceremezmiş. Dağdan indirilen ağaçlar, tahta kol bıçkısıyla biçilirmiş. Kolastarını iki kişi karşılıklı olarak biri bir taraftan, diğeri bir taraftan çekerek odun biçerlermiş. El testeresine kolastar denirmiş. Kolastarını sürtmesini, düzenlemesi bilinmeyen onu ağacın içine kıstırılır, çekilemez ve sıkıştırırmış. Çaprazının uygun olması, eğesinin düzenli yapılması, baltanın rendelenmesi gerekirmiş.
Bir zamanlar en makbul ağaç sedir ve andız ağaçları imiş, sebebi dayanıklı olmalarından kaynaklanırmış. Bu ağaçları eskiden büyükler biçerlermiş, kendileri bu ağaçları görmemişler. Kestane ağacı fazla makbul sayılmaz, odunu eğri büğrü çıkar, düz tahtası zor olurmuş. Yörede en çok çam ağacı kullanılmıştır.
- Tozak’ın iki buçuk metre uzunluğunda, yirmi beş santim eninde elli tahta biçtiği günler olurmuş. Ağaçların kalınlığından çok, cinsi önemli olup müşterinin nasıl bir tahta istediğine bakılırmış. Yirmi beş santim tahta elde etmek için, kırk kutunda ağaç kesmek gerekir, ağacın “dayantılı” olanı, özlü çıralı olanı aranırmış.
- Tozak, eskiden kolastarın bir başında kendisinin öteki başında karısının tuttuğunu ve birlikte tahta biçtiklerini anlatmıştır. Hane halkı kadın erkek, çoluk çocuk hep beraber tahta biçmeye giderlermiş. İki kişi ortaklaşma usulu ile iş yaparmış, onlara çocukları yardımcı olur, çıra tutarlarmış. Ağaç, ormanda katıra sarılır/yüklenir ve taşınırmış. Ağaçlar eskiden, dağların eteklerinde gizliden gizliye biçilir, tomruktan tahtaya doğru bir işlem gerçekleştirilmiş. Otuza yirmi beş ebatlı bir tomru(k) balta ile düzeltilir, kabukları soyulurmuş. Ortadan biçince on beşe yirmi beş olur, böylece tahta halini alırmış.
Yünden yapılan “çırpı ipi” denilen ip kullanılır, ipin dolanarak yapılmasından dolayı çırpı ipi denirmiş. İp kömürle dövülür, siyahlanır, suyla ıslatılır karmaşık kurmaşık yapılırmış. Tomruk bir ucundan öbür ucuna iple işaret edilerek uzunluk sabitlenir, beş altı çırpı olurmuş. Bıçkının gideceği yer iple işaret edilir, biri üstte diğeri atta olmak üzere bıçkının saplanacağı yer belli edilirmiş. Tahta çıkar, biçilir, çizgi olmasa biçilemezmiş. İple düzgün bir şekilde işaret yapılır, ip nemli olur, kömürle bulaşık olur, ortadan kaldırıp vurulunca iz yapar, boydan boya çizermiş. Çırpının kömürden kara izi düzgün olur, kalemle çizilse öyle güzel olmazmış.
Tahtacıların işi marangozluk değildir. Yapılan iş, sadece tahta biçmek, tahta yapmaktır. Tahtayı isteyen kimseye tahtaları teslim edilir, bunları alan marangoza verirmiş. Marangoz da tahta biçemez, tahtayı tahtacılar yapabilirmiş. Eskiden köylüde para olmadığından para yerine, bir evlik ağaç lazım olduğunda çuval, çul, kilim veya zahire ile değiş–tokoş yapılırmış.
Gübrenin bulunmadığı ürünün verimli olmadığı zamanlar, çiftçilik çok gözde bir iş olarak görülmezmiş. Tahtaçılık çiftçilikten çok daha üstün bir meslekmiş. Kaynak kişi 1950’li yılların başında askerden geldikten sonra, bir evlik odun için dağda çalıştığını, bu işlerin gizli bir şekilde yapıldığını, kesip yottuğunu ve biçtiğini, işi tam bir buçuk günde bitirdiğini, tahta işinden otuz dolu buğday aldığını, yine de alacağının bitmediğini, zanaatının çok değerli olduğunu, çiftçiliğin bu dönemede bir kıymetinin olmadığını, bu yüzden gübre çıkıncaya kadar çiftçilik yapmadıklarını belirtmiştir (Çörüş köyü/Tozak 1933).
Fethiye’nin Foça Mahallesi sakinleri 1930 yılına kadar tahtaçılık yapmışlardır. 1927’de on bin dönüm bir arazi alınmış, elli iki kişiye paylaştırılmıştır. Sonraki kuşaklar okullara gitmiş, eğitim görmüş çeşitli meslek sahibi olmuşlardır. Tahtacılık bir meslek olarak terk edilmiş ve Tahtacılar çeşitli meslekler yanında, turizm işleri ile ilgilenmişlerdir (Fethiye Foça Mah./Günden 1935).
III. Alevi-Tahtacı Kültüründe Hukuk
Kırsalda yaşayan konar-göçerler ve köylüler doğrudan tabiata bağlıdırlar. Tarih boyunca onların doğayla mücadele etmeleri ve geçimlerini sağlamaları gerekmiş; tarım, hayvancılık gibi işlerde iş bölümü/ödek/imece zorunluluk olmuştur. Bu yüzden küçük topluluklarda uzlaşmaya dayalı bağlar kurulmuştur. Dinî referanslar toplum içinde daha sağlam bağların kurulmasına zemin hazırlamıştır. Toplumun doğaya yönelik açık yapısı korumacılık gerektirdiği durumlarda içe döner. Bu durum küçük toplulukların bağlarını çok daha güçlü kılar.
Alevi toplulukları Osmanlı döneminde “asi” kavramı ile anılmış, Sünni ve Alevi belleği bu dönemde siyasî referanslar bağlamında kirletilmiştir1. Kızılbaş sözcüğü horlanmayı ve ötelenmeyi içinde barındırmıştır. Tarihsel süreçte kendini dışa kapatan Alevi toplulukları aynı anlayışı Cumhuriyet dönemine de taşımıştır. Cumhuriyet döneminde hukukî olarak Alevi toplulukları devlet ile ilişkilerini sınırlı tutmuş, kendi kimliklerini vurgulamayan ve onu örten bir anlayış içinde olmuşlardır (Subaşı 2003, 179-180). Tarihi süreç içinde dinî ve hukukî yapılanma, içe dönük ibadet biçimi ile kendi meselelerini kendi içinde çözme yönünde gelişmiştir (Eröz 1990, 67).
XVI. yüzyıla ait risale ve menakıbnâmelerde Alevi topluluklarında ifadesini bulan kurallar yer almaktadır. Bunlar, dinî ve ahlakî kurallar olmanın yanında hukukî kurallardır. Üç sünnet yedi farzdan söz edilir. Sünnetleri: 1– Dilden tevhidi düşürmeme, 2– Kalpten düşmanlığı atma, kimseye kin beslememe, 3- Gönül kırmamadır. Farzları: 1– Sırrını saklama, 2– Yola girenlerle birlikte olma, 3- Yalan ve gıybetten sakınma, 4– Hizmette bulunma, 5- Mürebbisine itaat etme, 6– Müsahibini görüp gözetleme, 7– Halifeden taç ve kısvet giyinmektir. İhvan topluluğunda sopa yemek, halife ve mürşide para cezası ödemek gibi, üç sünnet ve farzlardan dördünden düşmenin cezaları vardır (Gölpınarlı 1993, 791). İçinde hem dinî hem de huhukî yaptırımların yer aldığı kurallar, bireyin bireyle ve toplumla ilişkilerini düzenler.
XVI. yüzyılda görülen kurallarla XX. yüzyıldaki uygulamalar arasında çok büyük farklar görülmez. Baha Said Bey, Kızılbaş erkânındaki hukukî yapılanmayı anlatırken uyulması gereken kuralları sıralar: 1– Birden fazla kadınla evlenmemek (Taaddüt–i Tecvât), 2– Nikâhlı karısını boşamamak (Talâk), 3– Dede ve meydan erenlerine yalan söylememek, 4– Sırrı ifşa etmemek, 5– Vaktinde baş okutmak (üçden fazla ceme katılmamazlık etmemek), 6– Pîr ve ocak hakkını ödemek, 7- Eşinin günahından sorumlu olmak, 8– Alevi olmayan biriyle evlenmemek, 9- Lüzumlu hâllerde dostlarıyla yardımlaşma ve dayanışmayı esirgememek gereklidir.
Eline, diline ve beline hâkim olmamak inanca manidir. Bunlardan birinin işlenmesi büyük günah sayılır. Zina yapan erkek veya kadın düşkün olur. Vaktinde baş okutmak, çiftlerin üç Muharrem atlatması, ceme katılmaması demektir. Üç kurban ayininde baş okutup dördüncüsünde kurban tığlayarak erenler zümresine dâhil olunur (Baha Said Bey 2000, 206-207).
Düşkünlük bir tür “aforoz”dur. Düşkün meydanında (davada) şikâyetçi, şikâyetini delili ve ispatı ile ortaya koyar. Baş taçlı bacı, çerağcı ve gözcüden oluşan komite dedenin başkanlığında, katılımcılar huzurunda toplanır, hep birlikte ayağı kaldılır. Duvarda kılıfın içinde bulunan değnek dedeye verilir. Dede değneği kılıfından çıkarır. Şikâyetçileri, değneğin altından yemin ettirerek üç kez geçirir. Şahitler de aynı şekilde üç kere yemin ederler. Yeminden sonra dava başlar.
Davalı, meydana getirilmeden önce, soyundurulur ve belden aşağı bir peştamal ile örtülür, boynunda bir iple süründürülerek eşikten içeri girdirilir. Yirmi dört okkalık (48 kg 584 gr) iki taş boynuna asılır ve ayağı aldırılır. Bu arada zakir on iki imam faslına duvaz başlar.
1 Birtakım asılsız iddiaların yalan ve iftiraya varan söylemlerin kuşaklar arasında nasıl intikal ettiği, toplum psikolojisi içinde kara bilgilendirmenin siyasi yönü ile her türlü enstrümanın kullanıldığı, bunun neredeyse beş yüz yıldır devam ettirildiği düşünülürse, bilimsel düşünme yerine halk arasında kolektif düşünme biçiminin devam ettiği açıkça görülür. Bu konuda görüştüğümüz Tahtacıların söyleyemeyip üzüldükleri konulardan biri, asılsız iddia ve iftiralar olduğudur. Bu iftiraları, Dobruca Bölgesi derlemelerinde de işitmiş, bunları söyleyen kaynak kişiye, kendisinin anlattıklarını görüp görmediğini sormuştuk. Bize babasından duyduğunu söylemesi üzerine, babasına gidip sormuş, aynı cevabı almıştık. O kişinin de babası hayatta olduğundan üçüncü kuşağa gitmiş, aynı soruyu yöneltmiştik ve yine aynı karşılığı almıştık. Üç kuşağın babalarından işittiği kara bilgileri sonrakilere aktardıkları görülmüştür.
Diğer cezalar arasında, hırsızlık yapanın ellerinin ve ayaklarının kızgın saçla dağlanması, kaza ile adam öldürenin bilek ve pazularının kızgın bıçak ucuyla çizilmesi, yalan söyleyenin dilinin ve avurdunun kızgın kıskaçla çekilmesi, zina edenin cinsel organının dağlanması yer alır.
Düşkün ilan edilen kişi, çıkıp evine gitmek yerine, kardeşliğinin onayını alıp en yaşlı ihtiyarın evine sığınır. Kırk gün düşkün ilan edilen kişinin davarları sürüden çıkarılır. Kırk gün kardeşliğine bile selam veremez. Karısı ve çocukları da düşkünlükten nasibini alır. Kırk gün kimse evine uğramaz. Tuttuğu tutulmaz. Kadınlar ve çocuklar karısına ve çocuklarına “Mervan, Yezid” vb. diye hakaret ederler (Baha Said Bey 2000, 200-216).
Başlıca cezalar şöyledir: Hırsızlık sonucu iki misli ödeme yaptırılır ve üç ay düşkün ilan edilir. Katil olmanın cezası kan bedeli ödeme, üç yıl düşkün ilan edilme ve düşkün olanın üç yılını köyün dışında geçirmesidir. Yalan, gıybet, iftira, yüz bir gün düşkün ilan edilmeye sebep olur. Meydan masrafları ve çift kurbanla haklanır. Zina eden üç sene sürgün edilir. Sırrı açığa vuran dört yıl baş okutur (Baha Said Bey 2000, 215).
Alevi kültüründe eline, diline ve beline sahip olmak, en çok öne çıkan sitematik bir eğitim ve öğretimdir. Eğer bunlardan birine uyulmazsa düşkünlük söz konusu olur; bu üç kurala uyan kişi düşkün olmaz. Alevilik kurallarına uymak, kişinin kendini bilmesine ve ahlakî olarak düzgün bir insan olmasına zemin oluşturur. Halk hukukunun geleneksel yapısı sonucunda nasıl bir insan
modeli ortaya konulduğunu doğru anlamak gerekir. Her şeyden önce dürüst, çalışkan, ahlâklı bir insanın oluşması geleneksel halk hukukunun hedefidir.
Muğla’daki Alevi–Tahtacılar, Osmanlı döneminden bu yana develete karşı ihtiyatlı davrandıklarını belirtmişlerdir. Devleti, Osmanlı kapısı olarak görmüşler, o kapıya ellerinden geldiğince uğramamaya çalışmışlardır. Herhangi bir meseleleri olduğunda kendi içlerinde halletmişlerdir. Aile büyüklerinin kontrolleri altında kız kaçırma gibi ufak tefek sorunlar giderilmiş,hâkime ve kadastroya gitmemeye çalışılmış, banka kredisi almaktan kaçınılmış, borçtan korkulmuştur (Fethiye Foça Mah./Günden 1935).
Alevi-Tahtacı halkı dışa karşı ihtiyatlı davranmış, kendi hukukî kurallarını içlerinde uygulamışlardır. Bu kurumun başında “dede” yer almıştır. Alevi–Tahtacı kültürünün iki temel unsurundan söz edilebilir. İlki Hz. Ali kültüdür, ikincisi dedelik kurumudur. Dede Peygamber soyundan olmalıdır, aslı dede olmayan dede olamaz (Koru köyü/Paskal, 2011: 1). Dedeliğin Hz. Ali’ye kadar götürülmesi, Seyyid soyu iddiaları ayrıcalıklı olma gayretlerin bir devamıdır (Önal 2009, 57-72).
Dede geleneksel kültürün devam ettirilmesinde ezoterik bilgiye sahip bir otoritedir. Dedenin Tahtacı köylerinde dini liderlik yapmanın yanında, cemi yürütmek, taliplerin düşkünlüğünü kaldırmak, müsahipleri seçmek ve cemaatin seçtiği mürebbiyi onaylamak gibi görevleri bulunmaktadır. Tahtacı halk hukukunun mahkeme başkanlığını yürütür. Topluluğun sorunlarını çözer, böylece sorunlar dışa vurulmaz. İç huhuk kendi normları içinde devreye girer. Dedelerin aynı zamanda halk hekimliği ve sağaltıcı görevleri de bulunmaktadır.
Halk arasındaki uygulamada ikrarsız kimseden ana babası, ikrar vermiş olan ve yasakları çiğneyenlerden topluluk sorumludur. İkrar vermiş bir kişi, kul hakkı olmamalı, eşini aldatmamalı, yalan söylememeli, boş yere dedikodu yapmamalı, başkasını haksız yere şikâyet etmemeli, komşu ihtiyacını karşılamalıdır (Fethiye Foça Mah./Günden 1933).
Muğla’da günlük yaşamın içinde hukuk kuralları devam etmektedir. İftira ederken yalan söylenmiş olunur. Hırsızlık, cinayet, bıçaklama, şiddet uygulamak, fakir ve güçsüze zulmetmek yola zarar verir. Hırsızlık da büyük suç sayılır. Öncelikle çalan aldığı malın daha iyisini yerine koyar. Malı çalınan da hakkını helal ederse, tekrar ikrar verir ve cemaate yeniden katılır.
Zina yapmak da büyük suç sayılır ve toplum katında cezası vardır. İç hukukun en önemli yaptırımı düşünlük adı verilen cezadır. Mahkeme sorgu ceminde olur. Bu kuralların dışına çıkanlar toplumun dışına itilir ve düşkün ilan edilir. Alevilik yolu kuralları bağlamında “yola girmek”tir. Toplum huzurunu bozan her şey yasaklanmıştır. Aykırı iş yapan “düşkün” sayılır.
Eskiden aykırı iş yapanlardan on iki keselik yardım yapması istenirmiş. On iki kese altın çok büyük bir bedel ve bu bedeli karşılamak çok zor olduğu için, kimse yolu terk etmezmiş. Sonradan bu bedel ucuzlamış şefaatçiler çıkmıştır (Çörüş köyü/Tozak 1993).
Cemaatte kişinin aykırı işi bir daha yapmayacağına dair bir kanaat uyandığında, topluluk şefaatçi olur, kişi de söz verirse düşkünlük kalkar. Aykırı iş yapan bir kurban keser veya maddî yardımda bulunur. Bir hayır kurumuna belirli bir miktar para verir, veya cenaze aracı alınacaksa ona yardım eder. Bir kurban kesip çoluk çocuk doyurur, fakir fukarayı yedirir ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderir. Böylece cezasını yerine getirmiş olur.
Bir başka durumda, aykırı düşen kişi güvenini yitirdiği için, bir iki sene dergâhtan uzak tutulur. Ufak cezalarda kişinin dergâha/ayin–i ceme gelmesi yasaklanır. Bu süre içinde izlenir, üç beş ay dışarıda bekle, terbiye al, denir. Düzelmiş olduğuna kanaat getirilirse, fazla bekletilmez, tekrar ikrar verip cemaate katılır. Bu yol üzre köyde hukuk sağlanmış, halk arasında dirlik düzenlik sürdürülmüş olur (Çörüş köyü/Tozak 1993; Fevziye köyü/Gerçek 1930). Bir zamanlar Fethiye’de yalan yere şikâyette bulunmuş olan bir nalbant düşkün ilan edilmiş ve hiç kimse hayvanını o nalbanta götürmemiştir (Foça Mah./Günden 1935).
Alevi halk mahkemeleri veya Alevi hukuku ile ilgili çeşitli çalışmalar günyüzüne çıkmaya başlamıştır (Metin 1995, 169–215; Yıldırım 2010, 9–66). Tahtacılar üzerinde yapılmış gözlemler sonucunda, iç hukuk kurallarının uygulanması ile toplum içi düzenin nasıl oluşturulduğu ve topluluğun nasıl bir insanı hedeflediği daha iyi anlaşılır.
Daha önce yapılmış çalışmalarda Tahtacılar hakkında son derece olumlu izlenimlerden söz edilmiştir. Aleviler/Tahtacılar arasında çeşitli tarihlerde araştırma yapan bilim adamlarının ortak kanaatleri, hemen hemen aynıdır. 1940’lı yıllarda Alevi kültürü hakkında yazan Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Alevilerin çalışkanlığını, güler yüzlü ve eğlenceli insanlar olduklarını anlatır. 1960’lı yıllarda M. Şakir Ülkütaşır’ın benzer intibaları vardır. Alevilerin çok çalışkan, uysal, ahlaklı, kanaatkâr, neşeli, hile bilmez, hırsızlık yapmaz, yalan söylemez olduklarını, hayatlarının çalışmak üzerine bina edildiğini yazar. Fuhuş, zina gibi ahlâk dışı olaylardan şiddetle sakındıklarını belirtir. Sonraki on yıllarda, çocukluğunu Tahtacılar içinde geçiren Ethem Ruhi Fığlalı, Tahtacılar hakkında bilgiler verir. Tahtacılar hakkındaki hatıraları son derece olumludur. E.R. Fığlalı, babasının marangoz olması sebebiyle tahtacılarla iç içe yaşadığını, onlardan söz ederken büyük bir sevgi ve özlem duyduğunu, dürüst, çalışkan, saf gönüllü insanları hatırladığını belirtir (Yörükân 2002, 161– 162).
Bizim tanıdığımız Alevi–Tahtacı insanı, önceki kanaatlerden veya tanımlamalardan hiç de farklı değildir. Kadınların erkeklerle denk olduğu, toplum içinde doğal ve rahat davrandıkları gözlemlenmiştir. Dışarıdan gelen birine önce ihtiyatlı yaklaştıkları, içlerindeki birtakım tereddütler giderildikten sonra, son derece misafirperver, güler yüzlü, iyi niyetli, hayatı olumlu kılacak pozitif bir birikime sahip insanlar olduğu görülmüştür.
Alevi-Tahtacı halk hukuku tarih boyunca etkin bir şeklide uygulanmıştır. Hukuk kuralları anlaşılır, sistematik bir yapı içinde yürütülmüş, üç temel (eline, diline, beline sahip olmak) kural üzerinden toplum yapısı biçimlendirilmiştir. Eline sahip dürüst, diline sahip yalansız, beline sahip nefsine hâkim örnek bir insan modeli hedeflenmiştir. Toplumun önde gelen büyükleri bu üç kuralın gerçekte çok sıkı kurallar olduğunu belirtmişler, bu kurallara uyanların düzgün insanlar olacağını söylemişlerdir. Sözlü hukuk yaptırımları uygulanagelmiş, gerekli durumlarda ceza mekanizması devreye girmiş, kurallar çerçevesinde Alevi–Tahtacı toplum düzeni sağlanmıştır.
- Alevi-Tahtacı Kültüründe İbadet
Alevi-Tahtacı kültüründe ibadet, her yerde ve her zaman olur inancı vardır. Bir Alevi için beş vakit Allah’ı hatırlamak kâfi değildir, içten her an Allah’ı anmak gerekir (Fethiye Foça Mah./Günden 1935). Alevi-Tahtacı kültüründe taliplik, ayin–i cem, semah, kurban, oruç gibi yerine getirilmesi gereken ibadetler bulunur.
Kaynak kişilerimiz ibadetlerini bir mekâna sıkıştırmadıklarını, kadın-erkek bir arada ibadet edebildiklerini ifade etmişlerdir. Sünnilerden farklı abdest aldıklarını, Alevilerde iki tür abdestin bulunduğunu, bunlardan birincisinin ve en önemlisinin ruh (can) abdesti, diğerinin beden (ten) abdesti olduğunu belirtmişlerdir. Ruh temizliği daha önemlidir. Çünkü ruhu kirli olan bir insanı Allah da, kul da sevmez, kabul etmez. Can abdestini her Alevi günün yirmi dört saati yerine getirmek zorundadır. Ruh temizliği dürüstlüğü, iyi niyeti, yardımseverliği, güzel ahlâkı, “eline, beline, diline sahip olmayı” gerektirir. Beden temizliğinde ise her sabah yıkanılır (Kumköy / Bahar 1920).
- Taliplik ve İkrar Verme
Yola girmek için ikrar verilmesi gerektir. İkrar verildikten sonra bu ikrardan bir daha dönülemez. Dönen gafil sayılır. “Bu yolu tutamazsan cem evine gelme, nereye gidersen git” denir. Ceme gelecek kişi ikrar verdiğinde orayı sevmesi, oraya uyması gerekir (Çörüş köyü/Tozak 1933).
Dede yola girenlere: “Buraya girdiniz, bu yer Hakk kapısıdır. Ben ne dersem sözlerime dikkat ediniz” der ve şöyle devam eder: “Kov kovlama, din dinleme, gıybet etme, yalan söyleme, gözünle görmediğini söyleme, gözünle gördüğünü eteğinle ört, kendi namusunu açma, Büyüğüne saygı duy, küçüğünü sev. Eline, beline diline hâkim ol” der(Çörüş köyü/Tozak 1933).
Koru köyünde: “Ƥov ƥovlama, ƥıybet eyleme, gözün ile görmedįini söyleme, büyüyünü say, küçüyünü sev, ananıñ, babanıñ sözünü dut, muharrem ayında on iki gün orucuñu dut,” denir (Paskal 2011, 7-12).
Talip, musahip olmak için tüm hazırlığı yapan, görgü ayininde gereken pratiklerin yürütülmesinde talepte bulunan kişidir. Bir başka anlamda talip, cemaate evlilik dışı olmamak kaydıyla, her çeşit sosyal ilişkilerde bulunabileceği evli olan kişiyi seçip dedenin huzurunda eşiyle birlikte ikrar veren kişidir.
Girilen yol Hak-Muhammed-Ali yoludur; yani Tanrı yoludur. Bu yolda ikrar vererek dedenin sorgusundan geçip ikrar verilmelidir. Koru köyünde dede talibe nasihat ettikten sonra sorar: “Bu sözüme hak dedin mi?” Bu soruyu üç kez tekrarlatarak ikrar verdirir. Dede boynunda asılı olan kemendi, talibin beline sıkıca üç düğüm atarak bağlar ve şöyle söyler: “Gelme gelme, gitme gitme, gelenin malına, gidenin tatlı canına.” Bu şekilde Hak-Muhammed-Ali yolu için ikrar verilmiş olunur. İkrarı bozulursa yemin de bozulmuş sayılır. Talip olan kişinin yılda bir defa hakikat meydanını görmesi gerekir. Yani dede tarafından yılda bir defa sorgudan geçirilmelidir (Paskal 2011, 2-4). İkrarı olmayan başıboş hayvan gibi kabul edilir (Çörüş köyü/Tozak 1933).
Alevi-Tahtacı her bireyin dünyevî olduğu kadar dinî sorumlukları da vardır. Bu sorumluluk topluma kutsal bir törenle dâhil olmaktan geçer. Toplumun içine giren talibin artık içinde yaşadığı topluma karşı sorumluğu devreye girer. Akıl baliğ olan herkes cem törenlerindeki yerini alır. Bu kutsal mekân ve zaman içinde dinî ve ahlakî terbiye verilir. Ayin-i cemde bir ve eşit olan herkes diğerleriyle eşit olmuş kabul edilir. Artık cinsiyetinin ne olduğu, kadın veya erkek olmanın önemini
yitirdiği bir ortam söz konusudur. Talip olan ve ikrar veren bireyin sorumluluğu sadece kendini değil, topluluğun tamamını ilgilendirir.
- Ayin-i Cem
Ayin-i cem törenleri eskiden elli iki haftanın hepsinde olurmuş, kırk sekiz haftası görgü cemi, Muharrem ayındaki dört hafta da mateme ayrılırmış. Dede kışın talipleri gezer, bu gezmeler bahar ayına, 21 Mart’ta Nevruz bayramında kadar sürermiş. Nevruz, Hz. Ali’nin doğum günü olarak kabul edilir ve büyük bir bayram olarak kutlanırmış (Gölpınarlı, 1993: 794). Muğla Tahtacıları arasında Nevruz bayramı eski canlılığını yitirmiş olsa da kutlanmaya devam etmektedir (Önal 2000, 183-197). Cem törenleri miraçın bir temsili gibi yapılır. Bu gayret Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den daha üstün olduğunu göstermek anlamına gelir (Gölpınarlı 1993, 789-795).
Çörüş köyünde cem törenleri, Büyük Cem, Erkân Cemi ve Kırklar Semahı olarak üçe ayrılır. En büyük ve toplu ibadet “birlik cemi”dir (Tozak 1933). Koru köyünde cem “sorgu cemi” ve “görgü cemi” olmak üzere ikiye ayrılır. Görgü ceminde küskünler barışır, dualar okunur, nefesler söylenir, sohbetler edilir. Sorgu ceminde ise Hak-Muhammed-Ali yoluna ikrar vermiş talipler birer birer dedenin sorgusundan geçer. Suçlu olanlar suçunu ortaya döker ve dede onun cezasını keser (Paskal 2011, 7-12).
Ayin-i cem mahsul alındıktan sonra, genellikle kışın yapılır; kasım, aralık aylarında olur, ocak ayına kalmaz. Ayin-i cemde ibadet toplu olarak gerçekleştirildiğinden çeşitli hizmetler devreye girer. Alevi kültürünün tamamında yer alan cem törenleri ve bu törenler sırasındaki, hizmet adları değişse bile, işlevleri aynıdır. Tahtacılarda bu hizmet taksimi şöyledir: 1- Dede, 2- Mürebbi, 3– Delilci, 4- Oduncu, 5- Gözcü, 6– Kurbancı, 7– Kuyucu, 8- Süpürgeci/ferraş, 9– Sakacı/Dolucu, 10– Selman, 11- Sazandar, 12- Pervane.
Narlıdere’den gelen dede vefat ettiğinden, günümüzde dede Manisa Akhisar’dan gelmektedir. Dedenin anne tarafı İzmir’den, baba tarafı Balıkesir’dendir. Dede yılda bir kere gelir, köydeki hizmetinin bitmesi üç beş günü bulur. Mürebbi yola girişte yolun büyüğü, köyün babası sayılır. Talibi huzura mürebbi getirir. Delil şavk/çerağ anlamındadır. Delilci yanan şavkın başında duran kişidir, şavkı yakar ve onu söndürmemek için bekler. Oduncu, kurban odunlarını temin eder. Gözcü köydeki halkı doğru yolda gözetler, yanlışa sapanı uyarır. Eskiden kalan ve artık söylenmek istenmeyen güvenlik için gözcülük yapma işi, topluluğun yanlış işlerden gözetilmesine dönmüştür (Gölpınarlı 1993, 792–793). Gözcünün cemdeki görevi düzeni sağlamaktır. Kurbancı, kurbanı keser, kurbanı pişirmeye yardım eder. Kuyucu, kemikleri gömmek için hazırlık yapar, sonra kemikleri gömer. Sorgudan sonra süpürge gelir. Süpürgeci cemaatin önünde süpürge çalar. Herkes sorgudan geçer, geride ne varsa süpürür. Ya “Allah Ya Muhammed, Ya Ali” diye üç kere süpürür. İşte günahlarımızdan arındık diye süpürge çalınır. Sakacı veya dolucu dolu sunar. Selman, cemaatin hepsine su döker. Ayin–i cemde orta yerde bir Selman, bir de süpürgeci olur. Sazandar, saz çalar ve deyiş söyler. Pervane cemin yapılacağı zamanı ve yeri haber verir. Her birinin birer piri vardır. Ayin–i Cemde en başta oturanlar vardır. Delilci, mürebbi ve gözcü yerini alır. Önce onların önüne gelinir.
Ayin-i cem, topluca ibadet etmek demektir. Hizmetler görev paylaşımıdır. Cemaatin içinde kadınlar ve erkekler hep birlikte yer alır. Hoca Ahmet Yesevî’ye dayandırılan menkıbeye göre, kadın ve erkek bir arada ibadet yaptıklarında akla herhangi bir kötülük gelmez. İbadetin boyutu bir tür veya cins olmanın çok üzerindedir. Ateş ve pamuk bir arada bir zarf içinde bulunabilir ve birini yakmaz (Köprülü 1981, 33-34). Birlikte ibadet etme toplumun bütününü kucaklama anlamını taşır. Ayin-i cemde herkes birbiriyle insan olma noktasında eşittir ve bu denklik tanrısal/kutsal boyuta geçiş amaçlarıyla örtüşür.
- Müsahiplik
Müsahiplik uyulması yapılması gereken farzlardan biri olarak kabul edilir. Müsahiplik hem nefeslerde söylenegelir, hem de “buyruk”larda yer alır (Melikoff 1998, 270–275). Müsahiplik evlemeden olmaz, evlilikten sonra olur. Kan bağı olmayan iki evli çift kendi aralarında musahip
olurlar. Bu yolda kardeş olmak için ikrar verirler. Bu dünyadaki kardeşlikten daha ileridir. Buna ahret kardeşliği denir. Onların evlatları birbiri ile evlenemezler, kardeş gibi olurlar.
Musahip olmak isteyenler dedeye gelirler, dede onlara birbirinizi iyice tanıyın der. Bir sene müsaade eder, birbirini tanımaları ister. Ahiret kardeşi olacaklar, birbirlerine nazları geçecek, zorlanacak günleri olacak diye bir deneme süresi verilir. Biribirlerinin eziyetlerine katlanıp katlanamayacaklarını denerler. Birinin yaptığını ötekinin hoş görmesi, affetmesi gerekir. Şöyle denir: “Evinin önündeki baltayı al, tahta baltayı taşa vur, acaba sana kızacak mı, bir dene.” Kızılırsa müsahip olunmaması telkin edilir.
Mürebbi ceme müsahip adaylarını getirir. İki çift için dua edilir. Çüiftler döşeğe uzanmadan önce, Dede: “Haline haldaş, yoluna yoldaş gördünüz bir müsahip gardaş. Bu sözü kabul ettiniz mi,” diye sorar. Müsahipler üç kere “kabul ettim,” der tekrarlarlar. “Eyvallah” derler. Ondan sonra kaldırılır dua okunur. Duadan sonra döşeğe yatırır. Birbirlerine darılsalar, küsseler, haklarına tecavüz etseler düşkün olurlar. Cezası çok büyük olur. Cemden uzaklaştırılırlar.
Müsahipler kendi aralarında kavga ettiğinde ayın–i ceme çağrılır, hatanın, kabahatin kimde olduğu araştırılır. Cemaat, iki tarafta da ufak tefek suç bulur ve tarafların barışmalarını ister; barışacaksınız ve sakallaşacaksınız denir. Barışı kim istemezse, barışı isteyen kalır, istemeyen uzaklaştırılır. Taraflar barışmak istemezlerse, barışıncaya kadar ayin–i ceme alınmazlar. Sonradan barışmak isterlerse iki taraf da içeri alınır ve barıştırılır. Barışmaya karar verilince önce sakallaşmaları gerekir. Barışmadan sakallaşılmaz. Tokalaştıktan sonra ceme dördü birlikte gelebilirler. Sakallaşmak yüz yüze sürmektir, yanak yanağa öpüşmektir. Taraflar haklarını birbirlerine helal ettikten sonra müsahiplikleri devam eder.
Müsahiplerden bir taraf vazgeçse, barış sağlanmasa, aralarına bir husumet girse, kalan çift başka bir müsahip bulma hakkına sahip değildir. Küs olan müsahibin karısı ölür, yeniden evlenirse kendi müsahibi ile tekrar bir araya gelir. Başkaca müsahip tutamaz. Yeni hanım dergâha girmiş olur. Dışarıdan gelen kadının eski bir müsahipliği varsa, onun da bir kurbanı olur. Dergâha girdiği için kurban keser. Buna “tercüman kurbanı” denir. Yeni gelen kadınla birlikte tekrar döşeğe yatarlar, dedenin önünde yeniden müsahip olurlar.
İkrar döşeği serilir. İkrar döşeği ölüm döşeğidir. İki çift döşeğe yattıklarında sağ baştaki müsahip sağ kolunu dışarı çıkarıp dedenin dizine koyar; sol baştaki de müsahibine döner, sol kolunu dışarı çıkarır, dedenin dizine koyar. Bacılar erkeklerin arkalarında sağlarında ve sollarında yer alırlar. Dede dördünün beraber kollarını birbirlerine bağlar. Buna “pençe–i bağ” denir. Bu on iki imam adına şahadet parmağı kabul edilir. Bu dört kişi Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin’i temsil eder. Döşeğe yatılır, kaldırılır, dede dizine yatırır ve kaldırır. Kement bağlamanın ardından tekrar döşeğe yatılır. Dede diz üstü durur, dedenin dizine başlarını koyarlar. Dede duasını yapar: “Tacı devlet, başında niyaz eder, tacı devlet kemerbest, belindeki kemerine best eder, semene bak, ya Allah, ya Muhammedul Aliyullah Murteza.” Ondan sonra: “Allah Allah Muhemmedul Resulallah Aliyü’l Veliyullah mürşidin kemellulah, üçler, beşler, kırklar, on iki imamlar şefaati için,” der.
Dede Muharrem ayında on iki gün oruç tutmalarını emreder. Bu, yol orucudur. “Kabul ettin mi?,” “ettim” denir ve üç kere tekrar ettirilir (Çörüş köyü/Tozak 1933).
Yol kardeşliği olarak bilinen müsahiplik Tahtacı Alevilerinde son derece önemlidir. Tahtacılarda müsahiplikten sonra üç aşaması daha vardır. Hz. Ali’nin yaşadığı olgunluk basamakları olan yol “Dört Kapı” aşamasıdır: Musahiplik, Aşinalık, Peşinelik, Çiğindeşlik (Kumköy/Bahar 1920).
Aşinalık, müsahiplikten sonraki aşamadır. Aileler birbirlerini iyice tanırlar. Aşina olabilmek için belli bir tören yapılır. İki çift arasında tekrar erkâna girerler. Buna “öz verme” töreni
de denir. Cem töreni tekrar edilir. Kurban kesilir. Şah–ı Merdân döşeğine yatılır. İki müsahip eşlerle birlikte erkâna girerler. Dede bir şaplak vurur. Kalkıp hayır dua ile yerlerine geçerler.
Peşinelik birbirlerinin peşlerinden gitmeleri, birlikte iş yapmaları, ağlayıp gülmeleri anlamına gelir. Bu aşamaya ”yol büyüklüğü” denir. Yaşı küçük olanlar bile yolda büyük iseler, mecliste önde gelirler. Aşina ve peşine işlerinde mürebbiye gerek duyulmaz. Muğla’da bu törenler müsahiplik gibi olmaz, elma ve rakı ile cem içinde tören yapılır, horoz da kesilmez.
Çiğindeş, “omuzdaş, yol arkadaşı” anlamına geler. Çiğin kelimesi, çiğniden gelir sırt, arka demektir. Çiğindeş iki aile, birbirleri ile tam anlamıyla kardeş ilan edilir, birbirlerini ölünceye değin haldeş olmuşladır. İki çift o kadar olgunlaşmış kabul edilir ki, ölmeden ölmüş, dünya nimetlerinden arınmış, Tanrı ile bütünleşmiş kişiler olarak görülürler. Çörüş köyünden Ali Tozak; çigindeşlik töreninde bu mertebeye ulaşan çiftlerin, elma ve dolu bölüştürülerek, orada bulunanlara açıklanmasıyla sona erdiğini, cemde en saygın yerin onlara ait olduğunu, meydandan geçmeden yerlerine oturduklarını anlatmıştır (Büyükokutan 2005, 121-126).
Bodrum Kumköy ve İrmene Köylerinde yaşayanlar kültürlerini unutmakla birlikte, bugüne taşınan kültürel yanışları/motifleri de çok azdır. Köy genelinde musahip olanların sayısı onu geçmez, gençlerden musahip olan kişiler yok denecek kadar azdır. Cem töreninin yirmi otuz yıl önce yapılırken günümüzde yapılmamaktadır (Kumköy / Bahar 1920).
Mersin tahtacıları arasında dört kapı kavramı Muğla’dakine benzer. İkrar adı verilemez, müsahiplik, aşinalık, peşinelik görülür. Mersin’de aşinalık için başa baş kurban kesmek ve dolu için içki alıp müsahiplik gibi tören yapmak gerekir. Peşinelik de ise, çift elma ve rakı alınır, elma dörde bölünür (Selçuk 2004, 195-196).
Müsahiplik sahip olma, birbirini koruma ve kollama anlamına gelir. Bu koruma ve kollamanın tarihi referansları bir yana, gündelik yaşamda toplumun en küçük birimi olan aile bir kere daha güçlendirilmiş olunur. Bir aile, bir aileye destek olur. Yaşamın uzun yolculuğunda iki kadın ve iki erkek, cinsel yaşam dışında, her türlü işbirliği içinde olurlar. Bu durum çeşitli zorlukların aşılmasında önemli bir dayanışmayı da beraberinde getirir, hayatı kolaylaştırır. Toplum içinde iki ailenin örnek dayanışması, bütün bir topluluğun sağlıklı ilişkiler içinde olmasını sağlar. İki aile ibadetlerle ve dünyevi işlerle işteşlik bağları kurmuş olurlar.
Tahtacı Aleviğininde müsahiplik sonrası aşinalık, peşinelik ve çiğindeşlik gibi aşamalar üzerinden devam eden bir hiyerarşi vardır. Her bir aşama denenerek yaşanır. Bir sonraki aşamaya geçiş, ayin içinde ve toplum katında gerçekleşir. Böylece Alevi–Tahtacı topluluğu modellerini seçmiş, onları sınıflandırmış, örnekler çiftler üzerinden kendini yüceltmiş olur. Bu yücelik hem öte hem de bu dünyaya dayalıdır.
- Semah
Semah Arapça kökenli bir kelime olup “duymak, işitmek” anlamındadır. Mevlevîlerde kullanılan “semâ” sözcüğü aynı kökten olup günümüze Türkçe söyleyiş biçimiyle gelir. İki kelimenin kökenleri ve işlevleri benzer olmakla birlikte, semah halk türkülerinin semâ klasik Türk musikisinin ezgileri ile gerçekleştirilir. Enstrümanları farklıdır. Mevlevilerde semâ, Alevilerde semah Tanrı’ya ulaşmanın gizemli yoludur. Semah da kollar kuş gibi kanatlanır (Bozkurt 1995a, 20-29).
Semahın kendi içinde kuralları vardır. İlk önce erkândan başlanır. Erkân demek yolun kurallarına uymak demektir. Yolun aykırılıkları olunca yola gelemez. Herkes erkâna ve semaha giremez. Semahı dört kapının dördünü tamamlayanlar döner. Özellikle Hatayi’den deyişler söylenir. Adları geçen duvaz–ı imamların deyişleri okunur. Deyişin ortasına gelindiğinde, mühürlenmiş ayakların mühürleri sökülür. Sökülünce hareket olmaz, olduğu yerde kalınır. Sazın ahengine, sözün söylenişine göre, ayaklar yerinden oynatılır.
Erkân semahını üç çift oynar. Erkân semahı bitince erkân da bitmiş olur. Müsahipler birbirleriyle sakallaşırlar. Semah dönülürken kollar hareketlidir. Sağa dönerken havaya kalkar Allah’ı arar, sola dönerken kalkar Allah’ı arar. Elini kalbine basarak kalbinde bulur. Bu hareketlerin hepsinin ilahi birer anlamı vardır. Orada aradım burada aradım, kalpte buldum demektir. Kaynak kişi bunlar bayağı önemli diye de ilave eder (Çörüş köyü/Tozak 1993).
Semah üç kısma ayrılır: 1– Ağırlama, 2– Yeldirme, 3- Çoşkun. Kol hareketleri yükselmeyi ifade eder. Turna kuşunun kanat çırpışı gibidir. Semah çalan kimseye sazende veya güvende denir. Çalgılar bağlama, divan sazı, cura ve kemanedir. Ritm saz olmaz (Fethiye Foça Mah./Günden 1935).
Muğla’da semahın üç aşaması söz konusu iken, F. Bozkurt’un verdiği bilgiyeye göre, semah “ağırlama,” ve “yeldirme” olarak iki bölümden oluşur. Ağırlama ayak kesilmeden yapılır. Yeldirme ise semahın devinimli bölümünü oluşturur. Çarh, pervaz, hızlı semah adları da verilir. Canlı bir şekilde dönme gerçekleşir. Kimi yerde semaha “miraçlama” denir. Miraçlama her cemde okunur, bazı cemlerde miraçlamayla semah dönülür. Semahta ayak bağlama Yakut Türklerine, Çin kaynaklarına kadar götürülür (Bozkurt 1995a, 32-33, 36).
Bacı kavramı Alevi kültüründe son derece önemlidir. Kaynak kişi, bir erkeğin ayin-i cemde kendi karısını bile bacı olarak kabul ettiğini söyler: “Kendi ailemize hanım demek yoktur. Orada bacı kardeş yoktur. Kendi hanımımız bacı, karşımızdakinin hanımı da bacıdır. Hep kardeş olunur. Ayin-i cemde herkes kardeştir.”
Kırklar ceminde, kırk çift semah dönülebilir. İsteyen kalkar semah döner. Karacaoğlan’ın sevgi üzerine söyledikleri türkülerle de semah dönülür. Kırklar semahında ahenkli olsun diye söylenir, erkân zamanında söylenmez. Erkân semahında Hatayi nefesleri söylenir (Çörüş köyü/Tozak 1933).
Semah dönme, devir ve felek çağrışımları ile yüklüdür. Dönen zamandır, devinim yapan nesillerdir; her şey gelip geçer, baki kalan ve bir olan yaratandır. Dönüşle varılmak istenen yer Tanrı makamıdır, sonsuz zamanın sonuna – insanın gönlündeki yaradanın – kutsal zamanına ermektir. Semahlarda ölmeden önce ölüm, bir olmadan önce tek olma, kendinden geçip Tanrıya ulaşma deneyimleri yaşanır.
- Oruç ve Matem
Sünni kültürde Muharrem ayı ve orucu İslamiyet öncesine Nuh Peygambere dayandırılır, aşure günü oruç tutulurken Alevi–Tahtacı kültüründe Muharrem orucu tam anlamıyla matem içindir. Oruç ve matem birbirini tamamlar. Bu oruçta içki kesinlikle yasaktır; gülmek, eğlenmek, çalgı çalmak yoktur. Bir yerin kanatılmaması için tırnak kesilmez. Hiçbir hayvan kesilmez. On iki gün kan akıtılmaz. Günah işlenmez. Eskiden karınca böcek öldürürüz diye, çalışmaya da gidilmezmiş, şimdi gidilir. Matem tutulup siyahlara bürünülür. Matem, Hz. Peygamberin torunu İmam Hüseyin için, oruç Allah için tutulur.
On iki gün süren Muharrem orucunda kurbanlar kesilir, aşure kaynatılır. Kurban horozdan olur. Oruçta ve Nevruz’da kesilen kurbanlar önemlidir (Çörüş köyü/Tozak 1933). Koru köyünde en önemli ibadetlerden biridir. Muharrem ayında tutulan on iki günlük oruç ve ardından yapılan aşure geleneği aynıdır. Bu ayda düğün yapılmaz, içki içilmez, eğlence olmaz, erkekler de tıraş olmazlar. Canlıların canının yakılmaması adına et, yumurta gibi hayvansal gıdalar yenmez. Oruç süresince su saf olarak içilmez, içine pekmez katılarak içilir (Paskal 2011, 13).
Hızır orucunu daha çok belli bir yaşın üstünde olanlar tutar. Rumi takvime göre 31 Ocak – 2 Şubat arasında tutulurken günümüzde 13–15 Şubat günleri arasında tutulmaktadır. Orucun tutulma nedeni Nuh Peygamber’e bağlanır (Kumköy/Bahar 1920).
Matem tutma sebebi, kasıtlı, bilerek ve istenerek işkence yolu ile dünya azabı sonucunda ölümlerine neden olunan din ulularıdır. Bu dramatik yapı İsa Peygamber için de geçerlidir. Kendi dönemlerinde onlara inananların sayıları az olsa bile, insan vicdanı ve merhamet duyguları sonraki kuşakları önemli ölçüde çoğaltmıştır. Hıristiyanlığın ve Aleviliğin temel yapısında bu tür bir merhamet ve haksızlığa karşı koyma söz konusudur. Bu dramatik yinelemeler Alevi-Tahtacı toplumunun bilincini diri tutmaktadır.
- Kurban
Kurban her zaman erkek türden olur. Sığır cinsinden inek değil, dana kurban olarak kesilir. Tavuk kurban olmaz, horoz olur; koyun olmaz, koç olur. Koç kesme geleneği İbrahim Peygamber’e dayandırılır. Keçinin tekesi kurban olur (Çörüş köyü/Tozak 1933). Dede Korkut Hikâyelerinde attan aygır, deveden buğra, koyundan koç makbul tutulur (Ergin 1997, 81).
Horoz kurbanına Cebrail kurbanı da denmektedir. Sebebi mitolojik olan kutsal bir bilgiye dayanır. Horozun Cebrail’in teninden damlayan terden oluştuğuna inanılır (Çörüş köyü/Tozak 1933; Koru köyü/Paskal, 2011: 14).
Kurbanlarla beraber dua edilir. Kurbanlarından getirilen lokmaları dede müsahiplere yedirir, dördünün ağzına ayrı ayrı verir. Tekrar sakallaşılır, kurbanınız kabul olsun denir. Kendi kurbanları sofraya geldiğinde, kurban herkese pay edilir, yiyenlere helal olsun denir. Kesen de herkese kurbanını helal eder (Çörüş köyü/Tozak 1933).
İnsanla Tanrı arasında, insanlık tarihinin en eski bağı kurbanlarla kurulmuştur. Kurban Tanrıya bağıştır. Maddî olan kurban, hem maddî hem de manevî beklentileri beraberinde getirir. Bağışlanma veya ödüllendirilme beklentileri, yaşamın umuda dönük yüzü olur. Kurban olumsuzlukların çaresidir. Kutsal zamanın yinelendiği ayinlerde, kutsal bir fedakârlık yaradan adına yaradılanı rahatlatır. Tahtacılarda Sünni akaid dışında bir kurban ile karşılaşılır. Horoz gelecek kuşaklar, yeni günün var olması adına bir müjdedir.
Kurban, mitolojiye dek uzanan insanlık tarihinin izleri üzerinden takip edilebilir. Peygamberler tarihinde kurban artık insanlar arasından değil, hayvanlar arasından olacaktır. İbrahim Peygamber, oğlu İsmail’i feda edecek kadar Allah’a yakın olmasının ödülünü, bütün bir insanlık adına almış olur. Muhtemeldir ki, İbrahim Peygamber öncesinde insanlar kurban edilmiş ve bu geleneğin bozulması, insanlık tarihinin en önemli devrimlerinden biri olmuştur.
- Mitik Kalıntılar
Sözlü inanç bilgileri, içinde mitolojik pek çok unsuru barındırmaktadır. Cassirer’in ifade ettiği gibi, bir halkın mitolojisi o halkın tarihi sayesinde oluşmaz, aksine halkın mitolojisi aracılık ederek bir halkın tarihi oluşur (Cassirer 2005, 21). Tahtacı Aleviliğinde en eski dönemlerden gelen inanç kalıntıları veya dönüşümleri, beraberinde mitolojileri de getirmiştir. Hemen hemen her inanç ve ritüelin bir gizli bilgisi bulunmaktadır.
Alevi ritellerinin dış yapısı ve iç ahengi birbirinden bağımsız olmayacağı için her bir davranışın ve inancın kendi içinde anlatılan iç öyküsü vardır. Bu öykülerin dinî kimlik üzerinden efsanevî veya mitik dayanakları söz konusudur.
Buyruklarla, sözlü kültüre dayalı bir ilahiyat oluşturma gayretleri mitoloji bilgisiyle iç içe yürür (Subaşı 2003, 185–186). Alevi ve Sünni efsanelerinde eren/veli kültü aynıdır. Ata kültünü yaşatan bu anlayış erenler etrafında devam eder. Erenlerin yapmış oldukları olağanüstülüklere samimi olarak ve sıkı sıkıya bağlı olan halk Müslümanlığı ortak bir felsefede buluşur. Namaz kurallarını bilmeden ibadet eden adamın namazın öğretilmesi ardından göstermiş olduğu harikuladelikle deniz üzerinde yürümesi, halk arasında şeklin değil, samimiyetin ne kadar önemi olduğunu gösteren bir öğretidir (Mevlanâ 1995, 132–134; Önal 2005, 407-408).
- Yanyatır Ocağı ve Yaratılışın Öyküsü
Kaynak kişi A. Tozak’ın verdiği bilgiye göre, Çörüş köyünün erkânı “Yanyatır Ocağı”na bağlıdır. Bazılarının erkânın olmadığı, bazılarının erkânlarının Hacı Bektaş’a bağlı olduğunu belirtir. Kaynak kişiye göre, “Yanyatır Ocağı”na bağlı tarikat dedeleri ezelden bugüne kadar intikal etmiştir. Yanyatır süreğinin İslam öncesinden, Adem Peygambere kadar uzanır. Hatta dünya
yaratılmazdan evvel Hz. Peygamberin ve Hz. Ali’nin ruhlarının “Elest Meclisi”nde beraber yaratılmış olduğuna inanılır.
Çörüş köyünde yaratılışa dair anlatılan bilgiler, İslam ve İslam öncesi inançlarla iç içe geçmiştir. Adem ve Havva arasında başlayan çocuklarının kimden olduğu tartışması, mitik bilgilerle günümüze kadar gelmiştir. Türk yaratılış mitolojisi ile önemli benzerlikler gösterir. “Çocuk yapıyoruz ama senden midir, benden midir?” diye soran Havva’ya Adem “Allah bilir,” cevabını verir. Üç kez tekrar edilen soruya Adem’in cevabı aynıdır. Havva: “Bendendir” diye diretir. Sonunda ikisi de birer küpe menileri koyar, dokuz ay on gün geçmesini beklerler. Bu arada Adem’e ait küpü Havva bir gün sallayıp yerine koyar. Zamanı gelince küpler açılır. Adem’in küpünden bir oğlan çocuğu çıkar, ama ayağı/kolu sakat kalmıştır. Sıra Havva’nın küpüne gelince içinden yılan, çiyan gibi hayvanlar çıkar. Bunlar arasında tavşanın da olduğuda söylenir (Önal 2003, 40-41).
- Radloff’un Altaylardan derlediği yerin yaratılışı mitolojisinde erlik/şeytan kendi halkını yaratmak isteyince, bunu beceremez Havva’nın küpünden çıkan hayvanlara benzer eyri büyrü varlıklar ve kötü ruhlar oluşturur (İnan 1995, 14-21).
Ali Tozak’ın dünyanın yaratılışı ile ilgili anlattıkları arasında, Adem ile Havva’nın münakaşaları ve Adem’in küpünden çıkan ayağı (ikinci anlatımda kolu) sakat olan çocuk yer alır. Çocuğa Şit adı verilir (Önal 2003, 40-41). Şit Aleyyisselam’dan “Yanyatır Ocağı” günümüze dek gelir. Erkân cemlerinde müsahiplerin bir kollarını dışarı çıkartmaları, Şit Peygamberin sakat olan kolunu temsil eder. Ocağın adının hatırası Adem Peygamberin sakat olan oğlundan kalmıştır. Dedenin önünde müsahipler bir kollarını dışarı çıkarılır ve yan yatıp dururlar. Yanyatır ocağı Şit Aleyhisselam soyundan gelir. Talip olanlar bu erkânı takip eder. Diğerleri için: “Peygamber ocağı başkadır; onlar Ehl-i beyt, biz talip ocağıyız,” denmiştir (Çörüş köyü/Tozak 1933).
A.Tozak’ın anlattıklarından pek çok sonuç çıkmaktadır. Yanyatır süreğinin Hacı Bektaş–ı Veli’ye değil, İslam öncesine dünyanın yaratılış çağlarına, Adem oğlu Şit’e kadar götürülür. Şit Peygamberin nasıl dünyaya geldiği ile ilgili bilgiler, Türk yaratılış mitolojisinin Anadolu’ya taşınmış kalıntılarıdır.
- Cebrail’in/Horozun Kutsal Öyküsü
Eski Türklerin dini törenlerinden biri de “şilan/şölen,” “ceyn/toy denilen umimi kurban ziyafetlerdi; bu ayinlerde ozanlar dinî–sihrî nağmeler söylenirdi (Köprülü 1981, 70–71). Şamanlar kurban töreninde manevi bir rol üstlenirlerdi. Kurban edilen hayvanın ruhunun yapacağı mistik yolculukla ilgilenirlerdi (Eliade 1999, 215-216).
Alevi kültüründe Cebrail’i simgeleyen horoz kesmek kutsallığı yenilemek anlamına gelir. Alevi kültüründe özellikle beyaz horoza çok saygı gösterilir. XVI. yüzyıldan kalma iki yazma nüshada geçen minyatürlerde miraç resmedilirken “arş–ı a’lâ”da meleklerin saygı gösterdiği beyaz horoz görülür. Bu inanç bir yönüyle Zerdüştlüğün izlerini taşır. Melek Ta’us (Tâvus Melek) horoz, Zerdüşt inancında Mithra kutsallığına kadar götürülür (Bozkurt 1995a, 37-38).
Cebrail ve horozla ilgili iki mitik öykü anlatılır. Her iki öykü de yaratılış dönemine aittir. Cebrail tanrının tahtı etrafında uçmaya başlar. “Sen kimsin ben kimim” diye bir ses duyar. Cebrail: “Sen sensin, ben benim,” der. Cebrail kırk bin yıl uçar, tüyleri kan içinde kalır. Üçüncü dönüşünde
hafif bir ses ona: “Sen yaradansın, ben de yaradılanım,” der. Bunu tekrarlayan Cebrail’e gökyüzünün kapıları açılır. Daha sonra Cebrail Tanrı’nın habercisi olmayı üstlenir (Melikoff 1998, 239-241; Selçuk 2004, 126-131).
İkinci mitik metin horozun kurban edilmesinin Cebrail aracılığı ile kutsallaştırılması ile ilgilidir. Horozun Cebrail’in terinin damlasından yaratıldığına inanılır. Buna göre insanlar dünyada yokken Cebrail dünyayı muallakta yetmiş bin yıl gezmiştir. Yetmiş bin yıl sonra yorulmuş, tutunacak bir dal bulamamıştır. Sadece zeytin ağacının dalı varmış, o dala konmuş. Zeytin ağacının kutsallığı buradan geliyormuş. Cebrail zeytin ağacında eğlenirken yorgunluktan terlemiş, terleri dökülmüş, dökülen terler köpük, köpükten yumurta olmuş. Tavuk yumurtasından civcivler olmuş. Tavuk ve horoz cinsi oradan türemiş. Horoz kurbanına Cebrail adı verilir ve onun ruhuna bağışlanır.
Her iki metin de Türk yaratılış mitolojisinden izler taşır. Tanrı Kayra Han ile Erlik/şeytan kara kaz şeklinde su üzerinde uçarlarken Erlik Tanrı Kayra Han’ın yüzüne su serper. Ben ondan büyüğüm diye içinden geçirince uçma yetisini yitirir. Benlik taslama biçimiyle Sibirya’dan derlenmiş yaratılış mitolojisi ile benzerlik arz eder.
Kurban tanrıya yakın olan bir melek üzerinden değer bulur. Horozun kurban edilmesinin meşruiyeti inanca dayandırılarak güçlendirilir. Türk mitolojisinde Erlik uçma yetisini kaybedince Tanrı’nın “ol” dediği bir kaya, sudan çıkar ve Erlik üzerine oturur. Alevi kültüründe horoz hakkında anlatılanlar, evrilen ve dönüşen yapılarıyla Türk mitolojisinden izler taşımaktadır (İnan 1995, 14-21).
Alevi kültüründe tan yeri ağardığında horozların ötüşü, Cebrail Aleyhisselamın duyulmasına işaret kabul edilir. Güne başlarken horoz üzerinden Cebrail hatırlamaları kutsal zamanı ve tanrıyı anmayı beraberinde getirir. Horozun kurban edilmesi öteki kurbanlardan daha makbul sayılır (Çörük köyü/Tozak 1935; Koru köyü/Paskal 2011, 14).
Manisada derlenmiş benzer bir yaratılış öyküsü köpek üzerinedir. Adem’in üzerine tüküren şeytanın tükrüğünü Tanrı alıp bir yana atar. Bu tükrüğün izinden insanın göbeği oluşur, tükrükten de köpek yaratılır (Sakaoğlu ve Duymaz 2002, 177). Alevi veya Sünni anlatıların her biri yaratılış üzerinedir. Farklı ve dağınık bilgilerin kökeni aynıdır ve en eski inançlara gider.
Nevruz kurbanı ve aşure kurbanı horozdan olur. Hıdırellez kurbanı kuzudan kesilir. Günümüzde de devam eder. Aslında nevruz gecesi kurban yanında semah dönülmesi gerekir, ama artık yapılmamaktadır. Geleneksel bir bayram olan Nevruz’un Alevi kültürü içinde sürdürülmesi, Hz. Ali’nin doğum gününe bağlansa da, aslında İÖ ait bayramların devamlılığı ve korunması anlamına gelir (Önal 2000, 183–197). Hıdırellez ve Nevruz bayramları hem Alevi hem de Sünni kültür içinde devam eder (Önal 2008, 1187–1208). İÖ döneme ait mevsim bayramları ortak kökene işaret eder.
- Semahın Kutsal Öyküleri
- Bozkurt otuza yakın semah adı verir. Kimi yer adları (Çorlu, Narlıdere vb.), kimi din adamlarının adları (Muhammed Ali, Ya Hızır, Hacı Bektaş vb.), kimi sembolik adlar (Turna, Kırat, Çark vd.) taşır (1995a, 53–120). Semah hakkında pek çok efsanevî öykü vardır. Semahı Hz. Muhammed’e kadar bağlayan efsanede, Hz. Muhammed çoşup kendinden geçer. Allah adı geçince kendinden geçip semah döndüğü söylenir. Bir başka inanışa göre, semah Hacı Bektaş–ı Veli’ye bağlanır. Hırka Dağında müritleri ile ateş yakıp semah döndüğünden söz edilir (Bozkurt 1995a, 37-42).
Kırklar Semahı en çok bilinen eş metinleri bulunan ve içinden pek çok sonuçlar çıkarılan bir miraç öyküsüdür. Müslüman dünyasının inançları arasında miracın önemli bir yeri vardır. Alevi
kültüründe miraçta Hz. Ali, Hz. Muhammed’e don değiştirmiş olarak görünür ve ona yardım eder. Hatem yüzüğü miraçta işeret nesne olur.
Miraçta gördüğü arslandan ürken Hz. Peygamber Cebrail’in tavsiyesi üzerine parmağındaki hatem yüzüğünü aslana verir. Bu anlatı küçük farklılıklarla birlikte bütün Alevi/Tahtacı kültüründe anlatılagelmektedir (Selçuk 2004, 54-55).
Hz. Muhammed miraçtan döndüğünde gaipten gelen bir ses duyar, sese doğru yönelir. Yaklaşır kapının ardında bir cemaat olduğunu anlar. Kapıyı vurur: “Kimdir o?” sorusuna, “Peygamber” diye karşılık verince, içeridekiler: “İçimize peygamder sığmaz” derler. İkinci kez kapıyı çalışta aynı şeyler olur ve yine içeri alınmaz. Cebrail’in sesi gaipden gelir. Peygamber kendisini içeri almadıkları söyleyince, Cebrail, “Peygambere orda benlik olmadığı” söyler. “Ben de sizlerdenim, kapınızın turabıyım,” demesini öğütler. Hz. Peygamber Cebrail’in dediğini yaptıktan sonra, içeri alınır. İçeridekilerin kimler olduğu sorunca, kendilerinin “Kırklar” oldukları öğrenir. İçeride otuz dokuz kişi vardır. Birinin neden eksik olduğu sorunca, Selman–ı Farisi’nin kırkıncı kişi olduğu ve Fars’a gittiği söylenir. Peygamber: “Peki hanginiz büyüksünüz?” diye sorar. “Biz hepimiz aynı yaştayız, hepimiz bir teniz, bir canız,” diye cevap alır. Peygamber : “Kırk kişinin hepsi bir yaşta, bir kardeş, hepisi bir vücut, bir kan nasıl olur?” diye sorar. “Bir işaret gösterin inanmam,” der. Kırkların birer evliya olduğunu söyleyen kaynak kişi, karşılayan evliyanın sol koluna bir neşter vurduğunu, kan gelince meclisteki herkesten kollarını kaldırmasını istediğini ve herkesin kolundan kan geldiğini belirtmiştir. Bir kan da pencerenin dışından gelir. Bu Selman-ı Farisi’nin kanıdır. Peygamber duruma şaşırır. İçeri girer, kırk kişi ayağa kalkar. Onların da peygambere hürmetleri vardır. Peygamber ortaya oturur. Mürebbi yanına oturur. Biraz sonra Selman-ı Farisi gelir. Fars’tan bir tek üzüm tanesi getirmiştir. Allah adına bir üzüm tanesidir. Kırk kişiye pay edecektir. Bu pay işini kim yapar? Peygamber yapar derler. Kırklara katılması için bir hizmet beklerler. Kırk kişiye bu üzümü dağıtmasını isterler. Peygamber bir süre nasıl dağıtırım diye düşünür. Kırklar merak içinde bekler. Cenab–ı Allah Cebrail Âleyyisselam’a emreder: “Cennet-i ‘alâ’dan bir tabak” götür,” der. Cebrail cennetten bir tabağı Peygamberin önüne koyar. Üzümü ezip suyunu çıkarır. Su ilave eder ve kırk kişiye dağıtır. Bir üzüm tanesi ile kırklar cemi mest olur. Peygamber de mest olur. Peygamber herkesin ağzına dağıtır, Selman da sakacı olur. Bu yolda kırklar bir vücut, bir can, bir ten olur. Bu yolda müsahip tutmak gerekir.
Müsahipliğin buradan başlanmış olunduğuna inanılır. Peygamber: “Ben kendime Ali’yi müsahip seçtim der, siz de kendinize müsahip seçin” deyip Hz. Ali’yi kucaklar. Bir elbise giyerler, elbisenin dört ayak iki baş kolları vardır. Müsahipliğin bu kadar önemli olduğu belirtilir. Biz Ali’yle bir vücut olduk, deyince bu sefer Kırklar inanmazlar, siz çıkarın üzerinizdeki elbiseyi derler. Ali’nin vücuduna kaynamış olduğunu, o derece müsahip olduklarını görürler. Ali’nin vücudu ile Muhammed’in vucudu birbirine kaynaşmıştır. O zaman herkes sevdiklerini müsahip tutmaya başlar. Mest olduktan sonra da semaha kalkarlar. Semah dönerler. Semah dönerken Peygamberin başlığı yere düşer. “Mest sebası” adlı başlık kırk pare olur, parçalanır. Oradakilerin beline bağlar, kemerbestin oradan geldiğine inanılır (Çörüş köyü/Tozak 1933). Aynı anlayış ve öykü Mersin Tahtacılarında da görülür (Selçuk 2004, 93–94). Ali Tozak, kemerbest bağlamanın belin altı ile üstünü birbirinden ayırma, beline sahip olma anlamına geldiğini belirtmiştir.
Kırklar semahı, pek çok ritüelin ilk bilgilerini içerir. Kırklar semahı, yaşanmış olduğuna inanılan miraçta geçen olayın yinelenmesi demektir. Dolunun öyküsü, ilk müsahipliğin nasıl gerçekleştiği, miraçta yaşananların sonucunda Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den üstün gösterilme gayretleri, peygamberliğin değil, gerçek kardeşliğin ahret kardeşliğinin önemli olduğu gibi göndermeleri içinde barındırır.
Miraç efsanesi ayrıntılarıyla XVI. yüzyılda yazılmış olan “Menakıb’ül Esrâr Bahcat’ül Ahrâr” da geçer (Gölpınarlı 1993, 792). Badenin miraça bağlanan mitolojik bir öyküsü
bulunmaktadır. Dolu eski Türk dininde Bay Ülgen’e sunulur, buna kansız kurban denir, bu kurtuluş fidyesi olarak geçerdi (İnan 1995, 105).
Toplu bir şelikde ilk Müslüman olan Türklerin komutanı hakkında anlatılan destan da miraçta geçer. Hz. Peygamber önceki bütün peygamberleri tanır, önlerinden geçen atlı savaşcıları tanımaz, onların kimler olduğunu sorunca, kendisinen üç yüz sene sonra gelecek ve İslamı yayacak Aldulkerim Satık Buğra Han olduğu söylenir (Banarlı 1987, 268).
Mitolojik yanışlardan/motiflerden hareketle Alevi kültürünün temel felsefesini izlemek mümkündür. Kişinin her kim olursa olsun kendini başkalarından üstün görmemesi öne çıkan temel görüştür. Dolunun öyküsünde Hz. Peygamberin Kırklar Meclisine girişinde aynı düşünce yapısı görülür. Ayin-i cemde karı koca, kadın erkek, yakın veya uzak akrabalık bağlarının hiçbir öneminin ve geçerliliğinin olmaması, herkesin bir can, bir beden, bir kan olması aynı anlayışı yansıtır.
Bir ve beraber olmak, eşit olmak M. Eliade’nin belirlediği “kutsal zaman” çağrışımının yüklü olduğu bir ibadet söz konusudur (Eliade 1991, 59-61). Pek çok menkıbede görüldüğü üzere ermiş kişiler hayvanlarla dosttur. Vahşi ve evcil olan bir aradadır. Ayin-i cemde kutsal zaman felsefesi yer alır. Kadın ve erkek bir arada ve eşit olarak ibadet eder ve herhangi bir fark gözetilmez. Müsahip olmak ahret kardeşiliğidir ve cemin en küçük birimini oluşturur. Bekâr olanlar ceme alınmazlar, evli olanlar mutlaka bir müsahip bulmak durumundadır. On iki hizmet eri ve müsahiplerden oluşan cem törenleri bir olmak, aynı canı paylaşmak “kutsal zamanı” sembolik olarak yeniden yaşamak anlamına gelir.
Müsahiplik üzerine tarihi karşılaştırmalar yapıldığı için burada tekrar edilmeyecektir (Selçuk 2004, 197-201). Mitolojik bilginin temeli ilk kutsal bilgidir. Bu ilk ve tanrısal bilgi herkes tarafından bilinmez. Bu bilgiye sahip olanlar tanrısal bir emaneti taşırlar. Abdal Musa başta olmak üzere pek çok eren hayvanlarla dosttur, bütün yaratılmışlarla birdir, onlarla hemhaldir. Bir bakıma yaratılmış olanlar eşittirler. Cennetteki zamana öykünülmesi yanında, yaratanla bir olmanın sırrına erme gayretleri söz konusudur. Ancak erenler kutsal olanı ve onun değerini çok iyi idrak etmiş ve halk arasında ermiş olma hakkına ve sıfatına sahip olmuş kişilerdir.
Alevi kültüründe sırrın kapısı ikrar vermekle başlar, kutsallığın kapısına varmanın ilk adımıdır. İkinci adımı birliğin nüvesi olan müsahipliktir. Kutsal bilgi birlik bilgisidir. Ötekinden üstün olma değil, olmama iddiasıdır. Canlar içinde tek can olmak, semahta tek olanı aramak ve onu tüm sufiler gibi kalpte bulmaktır. Kendi dışında, sağında solunda değil, kendi içinde olduğunu fark etmektir. Birliğin tekliğin farkında olmak için, sır keşfedilmedir. Ayin–i cem, tek başına münzevi bir halde değil, çok insanla bir olmanın ibadete ermenin biçimi olur.
İlklerin bilgisi ayin–i cem içindeki her bir hareketin içinde saklıdır. İslam büyüklerine bağlanarak, İslam üzerinden devam eden öğretiler aslında bir efsane veya mitolojinin derinliklerinden evrilmiş ve güncelleştirilmiştir. Hz. Muhammet ve Hz. Ali arasındaki muhabbetin ardında akrabalık bağından çok daha önemli olan müsahiplik bağı vardır. Hz. Muhammed’in peygamberliği ötelenir, bir özellik veya farklılık olarak kabul görmez. Hz. Ali ve Kırklar, Peygamberle beraber ve eşit şekilde kutsal bilginin sırrına ermiş olma haliyle “topluca” öne çıkarılır. Kırklar semahında, birliğin ruhuna uygun olarak herkesin Allah’ın huzurunda denk olduğu mesajı yinelenir.
Badenin oluşumu Kutsal Kitap bilgisinin dışından gelir. Burada tanrı buyruğu ve aracı melek devreye girer. Bir müşkülün giderilmesinin ve bereketin oluşmasının, azın çok olmasının derin ve kutsal öyküsüdür. Böylece aşk sarhoşluğu tanrıdan gelen bir emir üzerine nihayet bulur. Üzüm bir vesiledir, bir tadımlık içki tanrı buyruğunun baş döndüren ve tekrar onun arayışına geçen semah dönmeler, hep birlikte yaratanla var ve bir olmanın arayışlarıdır, ibadetleridir. Sonunda kişi aradığını uzaklarda değil, kendi içinde bulur. Bade bütün arayışları tetikler, kendinden geçmeye
bahane teşkil eder. Aslolan şey, tek olan Tanrı’da bir olmadır. Bir olan kırklar meclisi Hak’la birlik olur.
Ç. Hz. Ali ve Cenazesinin Kutsal Öyküsü
Semahta sağ ayak parmağı sol ayak parmağın üzerine bağlanır, böylece mühürlenmiş olur. Buna dara durmak denir. Dar bitinceye kadar böyle durulur. Mühürleme erkân semahlarında olur, kırklar semahında olmaz. Semahtaki ayak hareketleri ve ayak mühürlemenin bir sebebi vardır. Bu sebep kutsal bir olaya bağlanır.
Hz.Ali öleceğini bilmiş, çocuklarına: “Yarın bir derviş gelecek, derviş benim cenazemi yıkıyacak, sarıp götürecek. Sakın ona bir şey sormayın,” diye nasihat etmiş. Çocukları: “Tamam,” demişler. Ertesi gün yüzü peçeli bir derviş gelmiş. Hazreti Ali’yi yıkamış, sarıp ufak deveyle götürmüş.
Aradan bir zaman geçtikten sonra, aynı derviş gelip giderken Hasan ve Hüseyin demişler ki: “Yahu bizim babamız böyle vasiyet ettti ama, babamızın gabrini bilelim, bayramlarda ziyaret edelim,” demişler ve sormak için dervişin arkasından gitmişler. Varıp sormuşlar. O zaman derviş peçeyi kaldırmış, bakmışlar ki kendi babaları. Kaynak kişi: “Onlara öyle gözüküyor, hani değilse bile” diye yorumlamıştır. “Ben size ne söyledim, ne tenbih ettim,” demiş.
Hızlı hızlı dervişe babalarını sormak için gittiklerinde İmam Hasan sol başparmağını taşa vurmuş. Babasının bu sözleri dinlerken parmağının kanadığını görmüş. Babasından utandığı için kanayan sol ayağını görmemesi için, sağ ayak parmağını üzerine koymuş. Kanı göstermemek için ayak bağlamış. Darlık oradan gelmiş. O darların sonunda İmam Hasan darın olsun denmiş. İmam Hasan aşkına dara durulur.
Ayak mühürlemenin öyküsü yine kutsal kişilere bağlanır. Dara durmak “darlanmak” fiilin ile birlikte, dara durmak “hesaba çekilmek” anlamındadır. Hz. Ali oğullarına yaptığı tembihin neden tutulmadığının sorgusu esnasında kanayan ayak parmağını örtme sırasında canının acıması, hem bedenen hem de ruhen gerçekleşir. Deyişin/semahın ortasına dek sembolik olarak “bu an” yaşatılır. Geçmişte yaşandığına inanılan kutsal an yinelenir.
- Elmanın Kutsallığı
Çörüş köyünde meyvenin kurban edilmesi ağacın kutsallığına, yer–su ruhlarına kadar zengin çağrışımlarla yüklüdür. Elmayı kurban kesmek, elmayı kült yapar. Elma Türk kültür tarihinde şifadır. Eksikliği, çocuksuzluğu giderir, murada erdirir. Ülkeler fethetmenin simgesi olan “kızıl elma”dan halk hikâyelerine kadar elma kutsal bir emanetin habercisidir. Gök Tanrı adına gökyüzünü çadır kabul eden, güneşi bayrak sayan Oğuz Kağan’ın ülkeler fethetmesine kadar giden anlayış, gelecekte ülkesini, varını yoğunu bırakacak kimsesi olmayan hükümdarlar için elma bir çaredir (Şimşek 1996, 1-14).
- Tavşanın Kutsallığı
Tavşan’ın eski Türk töresinde bir totem olduğunu biliyoruz. Alevi–Tahtacı kültüründe tavşan kutsal kabul edilen hayvanlardan biridir. Tavşan yenmesi hoş karşılanmaz. Tavşan hakkında anlatılanlar unutulmuş kutsal bilgiler üzerinden yürütülmektedir.
Eski Türk kaynaklarında ve yazılı dinî metinlerde tavşanla ilgili herhangi bir yasak yoktur. Tavşanın kutsallığı sadece Yahudiler arasında görülür. Tevrat kaynaklı bu bilgi dışında, Türklerin en eski inançlarında unutulmuş kalıntıların olduğu ve kutsallaştırıldığı görülmektedir. Tavşan/tavışgan on iki hayvanlı Türk takviminde dördüncü yılın adıdır. Kültür tarihi içinde önemli yeri bulunur. Tavşan hakkında halk anlatmaları dönüşüm, yeniden doğuş ve başka bir donda dünyaya gelmekle ilgidir. Tavşanın avcı sembolü olduğu, ilk Müslüman olan Satık Buğra Han’ın
avladığı tavşanın yaşlı bir bilgeye dönüştüğü, böylece İslam’ı seçtiği gibi bilgiler toplum belleğinin unutulmuş kutsallarıdırlar. Bu anlatılar İran coğrafyasından başlar, Balkanlara kadar devam eder. Tavşanla ilgili oluşan inançların bir başka kökeni Maniheizm’in ve Budizm’in izlerini taşır (Roux 1997, 65-76).
- Yer-Su Ruhlarının İzleri
Semahtan sonra miraçlama sürdüğünde, dede eline aldığı yeşil kılıf içinde bir metre uzunluğunda kayından kesilmiş bir sopa ile cemi devam ettirir. Bu sopaya erkân denir, sopanın altından çeşitli dualar eşliğinde geçilir (Gölpınarlı 1993, 793). Sopanın kayın ağacından olması, Türklerin en eski inançlarının yer–su ruhlarına bağlılığın kutsal ağaç inancının devamı niteliğindedir.
Çerağ, ışık kültünü sembolize eder. Hizmetlerin bir kısmı birden fazla görevi üstlenir. Ateş, ışık, ayna, aydınlık her zaman olumlu olanı temsil eder. Ateş arınmadır. Ferraşın elindeki süpürge ağaçtandır, bir yanıyla sembolik işlevi vardır, öte yandan yer– su ruhlarını çağrıştırır.
- Hz. Ali Kültü
Alevi kültürünün temel yapısı Hz. Ali’ye dayandırılır. Hz. Ali ritüellerin her yerinde vardır. Hz. Ali, sadece dini bir lider değil, aynı zamanda kurtarıcı bir kahramandır; insanları en zor zamanlarında dünyevî sıkıntılarından kurtarır. Hz. Ali hakkında anlatılan pek çok cenk öyküsü vardır. Cenknâmelerde onun kerametleri hakkında pek çok bilgi bulunmaktadır. Hastaları iyileştirme, ateşte yanmama, havada uçma, gaipten haber verme, tabiat güçlerine hâkim olma, mekân aşma bunlar arasında yer alır (Çetin 1997, 375-380).
Hz. Ali hakkında anlatılan kıssaların bir tarafı mitolojik, bir tarafı masalsıdır. Alevi düşünce yapısını pekiştiren bu kahramanlık maceraları Hz. Ali’nin İslamiyeti yayma adına yapmış olduğu mücadelelerdir.
Köylerde anlatılmaya devam eden “Kan Kalesi” adlı hikâyenin özetinden anlaşılacağı üzere, olağan ve olağanüstü bilgiler, mitolojik zamandan, masal diyarından gerçek dünyaya moral değerler, öykünmeler ve sığınmalar taşımıştır.
“Hz. Ali ve Kan Kalesi” adlı öykü, hem kitaplardan okunmuş hem de büyüklerinden işitilmiştir. Hikâye kısaca şöyledir: Bir fakir gelip Hz. Ali’den dilenmiş. Hz. Ali savaştan yeni gelmiş ve verecek hiçbir şeyi yokmuş. Dilenciye demiş ki, götür beni Kahkaha Sultan’a sat, benden aldığın para sana yeter. Kahkaha Sultan kralmış. Allahlık taslayan biriymiş. Yola düşmüşler, Kahkaha Sultan’a giderken tılsımlarla karşılaşmışlar. Sonunda nöbetçileri ikna etmiş ve Kahkaha Sultan’ın karşısına çıkmışlar. Kahkaha Sultan’ın üç dileği olmuş. İlki nehrin kaleyi bir gün kökünden alıp götürme korkusuymuş. Köle kılığındaki Hz. Ali kırk adamla nehir yatağını değiştirmiş. Kale yıkılmaktan kurtulmuş. İkinci dilek fantastik unsurlarla doludur. Yedi başlı bir dev suyun başına oturmuştur. Dev insan yiyen bir devmiş. İnsanlara sadece bir kere su verir, onu da bir insan kurban verildiğinde salıverirmiş. Köle kılığındakli Hz. Ali yine varıp devi öldürmüş. Üçüncüsünde Kahkaha Sultan Ali’yi istemiş. Hz. Ali Zülfikar adlı kılıcı Düldül adlı atı ile çeşitli maceralardan sonra Kahkaha Sultan ve ahalisini Müslüman etmiş.
Mersin tahtacılarında Hz. Ali ilgili pek çok mitik inanç yer alır. Hz. Ali hayvanlara hükmeder, insan ve hayvan donuna girer. Ölüleri diriltir. Öldükten sonra dirilir. Bu türden inançlar eski Türk inançlarının izlerini taşır (Selçuk 2004, 65).
Hz. Ali Hz. Peygamberin damadı, yoldaşı olmanın ötesinde, Alevi–Tahtacı inancında da çok özel bir konuma sahiptir. Olağan veya olağanüstü, dünyevî veya inanca ait her şeyde, anlatmaların model ismi Hz. Ali’dir. Miraçta Tanrı katına çıkarılan, Kırklar içinde yer alan, kendi cenazesine sahip çıkan odur. Bütün bu olağanüstülükler yetmezcesine destan ortamından masal
dünyasına dek dolaştırılan, yüzyıllardır halk zevkinin büyük meraklarla takip ettiği sözlü halk kültürünün kurtarıcı kahraman odur. Meşhur olan atı Düldül’ün neredeyse bütün Türkiye’de ve Balkanlar’da ayak izleri vardır (Önal 2005, 429–431). Kılıç adı olarak toplum belleğinde “Zülfikar” özel bir yere sahiptir. Sünni ve Alevi–Tahtacı belleğinde ikinci bir kılıç adı hatırlanmaz. Hz. Ali, dinî bir lider olmanın ötesinde, adeta inancın mitik destanın efanevî kahramanı olarak sözlü anlatımlarda yerini almıştır (Demir ve Erdem 2007).
- Sonuç
Derlemelerde genel olarak görülen şey, Alevi geleneğinin eskisi kadar canlı olmadığıdır. Zamanla şehirlere taşınmalar, turizm sektöründe çalışanların duyarlılıklarının azalmış olması, gençlerin Alevi kültürünü veya dedelik kurumunu sorgulaması ile karşılaşılmıştır. Dedelerin ölümü, onların yerine gelen genç dedelerin yeni kuşaklarca kabullenilmesinde zorluklar
görülmüştür. Halk hukuku devam eden bir gelenek olmaktan çıkmaktadır.
Bilgili ve okur-yazar olmayan halk inancı mistik deneyimlerle öne çıkar. Halk Müslümanlığı, dinî coşku ve samimiyete dayalıdır; aracılar üzerinden yürütülür. Halk Müslümanlığı Sünni ve Alevi kültüründe, “mezar merkezli” olması yönüyle de ortaktır. Alevi kültüründe dede ve on iki hizmet erinin merkezde olduğu bir ibadet görülür. Ayin-i cemde mitolojik olayların pek çoğu yinelenir.
Ayin-i cemde bir hiyerarşik yapı bulunmaktadır. Müsahiplikle başlayan çiğildeşlikle son bulan dört kapıdan geçmeye bağlı olarak ayinler ve bunlara bağlı itibar edinmeler söz konusudur.
Tasavvufi öğretilerin uzağında olmayan ve önünde peygamber, müsahibi olan Hz. Ali ve oğulları çerçevesinde bir çekirdek kadro, yerini ardılları olan erenlere bırakır. Erenler de bu ermişliğin sırrı ile Müslümanlara önder olmuşlardır. Dedelik güncel olan ermişliği temsil eden makamdır. Dedenin vekili mürebbidir. Dede ve adına vekil olan mürebbi ile hizmet erleri, Alevi ibadetinin temel kadrolarını oluştururlar. Ayin–i cemde sırra ermek, ancak talip olan ikrar verenlerin ulaşabileceği makamdır.
Vahdet-i vücut anlayışı, Alevi–Tahtacı kültürü ile örtüşür; vahdet–i vücut öğretisi gibi sistematik olan Alevi-Tahtacı kültürü sözlü ve simgeci bir yöntemle aynı yolu takip etmektedir. Tasavvuf kuramında, ruh cemât, nebât ve hayvanât geçer, daha sonra insana, ardından kâmil insana oradan tek olana “vahdete” doğru yol alınır. Alevi kültüründe yaşam biçimi ve tabiat arasındaki sıkı bağ, vahdeti vücut kuramının çok da uzağında değildir. En eski bilgiler İslamî inançlarla birlikte yürütülür.
Alevi kültürünün ritüellerinin temelinde, İslami döneme ait önemli bilgiler yer alır. Mitolojik bilgi birikimi, Alevi inancında bir külte dönüşür. Önceki bilgiler bir şekilde dönüştürülerek yinelenir. Kutsal olarak atfedilen gizemli bilgiler, Alevi geleneğinin dinî tarihi olur.
Hatayi şiirleri üzerinden yapılan açıklamalar, nefeslerin hem bilgi hem de ilham kaynağı olduğunu göstermektedir. Nefeslerin birden fazla işlevi bulunmaktadır: Diri olmak, haksızlığa karşı durmak, paylaşmak, yardımlaşmak; ibadetin ritmi, ahengi, bilgisi ve sezgisi.
Hem Sünni hem Alevi kültürde İÖ döneme ait mevsim bayramlarının (Nevruz ve Hıdırellez) İS dönemde de devam ettirilmiş olması, geleneğin gücünü ortaya koyar. Kurbanın erkek cinsinden olması en eski inançlarla örtüşür. Bacı kavramınındaki çağrışımlar, aynı klandan insanların kardeş kabul edilmelerini; matemde kan akıtılmama gayretleri Budizm duyarlılığını hatırlatır. Destan çağının izleri Hz. Ali ile devam ettirilir. Toplum psikolojisi mitoloji ve destanlar üzerinden güçlendirilir, belleği yinelenir.
Alevi-Tahtacı kültürü bağdaştırıcı (Senkritik) bir yapıya sahiptir. Alevi kültürü Türklerin tarih boyunca yaşamış ve karşılaşmış oldukları hemem hemen bütün inançları bir kartopu gibi aynı bedende toplayarak gelmiştir. Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Zerdüştizm; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi pek çok inançtan izler taşır. Alevi kültürü sadece bu yönüyle bile Türk inanç ve düşünce yapısına ilham veren bir zenginliğe sahiptir. İnanç yapısı, mitik dönemi tek tanrılı dinlerle bağdaştırır; kuralları sözlü hukuk yaptırımları içerir, ahlaklı insanlar yetiştirmeyi, insanları topluma kazandırmayı amaçlar. Toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın kendi içindeki düzeninin sürdürülmesini gelenekler yoluyla sağlar.
Mehmet Naci ÖNAL
*Bu makale Crosscheck sistemi tarafından taranmış ve bu sistem sonuçlarına göre orijinal bir makale olduğu
tespit edilmiştir.
** Doç. Dr. Muğla Üniversitesi, Türk Halk Edebiyatı, El-mek: onaci@mu.edu.tr
KAYNAK KİŞİLER