YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN NUR BABA’SI İÇİN DÖNEMİNDE BİR REDDİYE: NUR BABA MASALI
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN NUR BABA’SI İÇİN
DÖNEMİNDE BİR REDDİYE: NUR BABA MASALI*
Ahmet DEMİR**
Tefrika edilmeye başlandığı andan günümüze Yakup Kadri’nin Nur Baba (1922) adlı romanına dair edebî, dinî, felsefî tartışmaları içeren pek çok çalışma, kitap, yazı ve değerlendirme kaleme alınmıştır.
Türk edebiyatında olumlu ve olumsuz iki uçta eleştirilen romanı, olumlu
karşılayanlar özellikle edebî değer noktasında yüceltirken, olumsuzlayanlar ise özellikle Yakup Kadri’nin Bektaşilikle bağdaşmayan bir içeriği Bektaşiliğe isnat ettiği, Bektaşiliği kötü gösterdiği iddiasıyla yok sayıcı bir yaklaşım göstermiştir.
Edebiyat araştırmalarında, Nur Baba üzerine değerlendirmeler bağlamında üzerinde durulmayan ve Nur Baba’nın yayımlandığı dönemin eleştirel yazılarından olan Bezmi Nusret (Kaygusuz)’e ait Nur Baba Masalı
başlıklı risale Nur Baba’nın döneminde yarattığı akisler bakımından önemlidir.
Bezmi Nusret’in 1922’de Nur Baba’nın kitap olarak basımından hemen sonra yazdığı Nur Baba Masalı, Nur Baba için bir ‘reddiye’ niteliği taşır ve temelde Nur Baba’nın edebî yönüne ve romandaki Bektaşiliğin yansıtılma şekline dair iki yönlü bir değerlendirmeyi içerir. Çalışmamızda Yakup Kadri’nin Nur Baba romanı odağa alınarak Yakup Kadri’nin, romanını
ve romanın, döneminde yarattığı akisleri nasıl değerlendirdiği Nur Baba’nın birinci (1922) ve ikinci (1923) baskıları için önsöz niteliğinde kaleme aldığı “Bir İzah” ve “İkinci İzah” yazıları üzerinden dikkate sunulmuş, Bezmi Nusret’e ait Nur Baba Masalı’na dikkat çekilmiş,
risale Latin harflerine aktarılmış ve bu kitapçıktaki Nur Baba romanına dair görüşler değerlendirilmiştir.
Bu çalışmada, Yakup Kadri’nin Nur Baba (1922) romanı için bir reddiye niteliği taşıyan Bezmi Nusret’in (Kaygusuz) Nur Baba Masalı (1922) adlı risalesi odağa alınmaktadır.
Bu çerçevede, edebiyat araştırmalarında üzerinde durulmayan ve Nur
Baba romanının yayımlandığı dönemin eleştirel yazılarından olan Bezmi Nusret’e ait Nur Baba Masalı başlıklı risale, Latin harflerine aktarılmış ve risaledeki Nur Baba romanına dair görüşler değerlendirilmiştir.
Bezmi Nusret’in Nur Baba Masalı’nda, Nur Baba için dile getirdiği görüşlere geçmeden önce, Nur Baba’nın döneminde yarattığı akisleri ortaya koymak ve böylece Nur Baba Masalı’nın da ortaya çıktığı atmosferi dikkate sunmak amacıyla Yakup Kadri’nin, Nur Baba’yı ve döneminde romanı için yazılanları nasıl değerlendirdiği ele alınacaktır.
Bu nedenle Yakup Kadri’nin Nur Baba romanının birinci (1922) ve ikinci (1923) baskıları için önsöz niteliğinde kaleme aldığı “Bir İzah” ve “İkinci İzah” yazıları üzerinde de durulacaktır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun (1889-1974) 1921’de Akşam gazetesinde tefrikasına başlanan, ancak yarattığı tepkiler ve tartışmalar üzerine tefrikası yarıda kalan ve bir yıl sonra 1922’de kitap olarak yayımlanan Nur Baba romanı, yayımlandığı dönemden günümüze edebiyat çevrelerinin dikkatini çeken ve çokça tartışılan romanlardan olmuştur.
Halide Edip Adıvar ve Ahmet Haşim gibi dönemin öne çıkan yazar ve şairleri başta olmak üzere çeşitli sanatkârlar ve edebiyat eleştirmenleri tarafından yayımlanışının hemen arkasından Nur Baba hakkında değerlendirmeler yapılmış, romana dair eleştiri türünden yazılar kaleme alınmıştır.
Türk edebiyatında olumlu ve olumsuz iki uçta eleştirilen
romanı, olumlu karşılayanlar edebî değeri itibariyle yüceltirken, olumsuzlayanlar ise özellikle Yakup Kadri’nin Bektaşilikle bağdaşmayan bir içeriği Bektaşiliğe isnat ettiği, Bektaşiliği kötü gösterdiği iddiasındadır.
Yakup Kadri, Nur Baba’nın, tefrika edildiği dönemde yarattığı havadan, romanın ilk baskısı için yazdığı “Bir İzah” başlıklı önsözde bahseder. Nur Baba’nın, tefrikası sırasında itirazlarla, olumsuzlamalarla, reddetmelerle karşılaştığını; kendisinin de meslekî iffet ve millî ahlâktan yoksunlukla itham edildiğini ifade eder.
Yakup Kadri, romanına yönelik itirazların, “Bektaşi sırrı”nı ifşa ettiği yönündeki iddialara dayandığına vurgu yapar. Bütün bunlara rağmen “ahlâk ve iffetin samimi taraftarlarının” Nur Baba’yı yazmaktaki maksadını anladıklarını ve kendisini tebrik ve teşvik ettiklerini, bu tebrik ve teşviklerin de eksik kalan romanı tamamlayarak kitap halinde basmak için kendisine güç verdiğini dile getirir.
Kitabın yayımı ile ortaya çıkabilecek olumsuz düşüncelere, yorumlara mahal vermemek için de “Bir İzah” başlıklı önsözü yazdığını, bu önsözde muhataplarının hüsnüniyet sahibi olduklarını ve kendisini mesnetsiz iddialarla suçlayanlara cevap vermek istemediğinisöyler .
Yakup Kadri, kendisi hakkındaki bütün suizanlara rağmen içinde bulunulan devirde Bektaşiliğin gerek şeklen ve gerek ruhen hakikî ananeleri dışına çıktığını ve büsbütün tanınmaz hâle girdiğini, bu bozulmanın memleketin genel havasıyla sıkı bir alakası olduğunu, nasıl ki bugünkü Türk ailesi artık dünkü Türk ailesi değilse, bugünkü Bektaşi tekkelerinin de dünkü Bektaşi tekkeleri olmadığını, tahribat ve tahrifatın
diğer tekkeler için de geçerli olduğunu iddia eder.
Nur Baba’nın bu düşüncelerle yazıldığını, Bektaşi tekkelerinin -diğer tekkeler gibiyozlaşmasına üzülen herkes gibi kendisinin de bu durumdan büyük üzüntü duyduğunu ve Bektaşi tekkelerindeki bozulmaya, yozlaşmaya parmak basmak suretiyle tedaviye nereden başlamak lazım geldiğini göstermeye çalıştığını savunur.
Yakup Kadri, Nur Baba’yı yazmaktaki maksadını şöyle ifade eder: “Ananeden yetişmiş hakikî ve samimi Bektaşiler, Bektaşi dergâhlarının bugünkü hâli karşısında dilhûndurlar.
Ben bunlardan biriyim ve yaraya parmağı koymak suretiyle tedaviye nereden başlamak lazım geldiğini bu kitapla göstermeye çalışıyorum.
Yakup Kadri, Nur Baba’nın ikinci baskısı için yazdığı “İkinci İzah” başlıklı önsözden Nur Baba’nın roman olarak yayımlanmasıyla birlikte, tefrikası sırasında çıkan tartışmaların yeniden alevlendiğini ve eleştiri türünden yazılarla romana dair değerlendirmelerin çokça kendini gösterdiğini, ancak bütün bu yazılar içerisinde Nur Baba’yı layıkıyla değerlendiren tek yazının Halide Edip Adıvar’a ait olduğunu ifade eder.
Yakup Kadri, 13 Temmuz 1338/1922 tarihli İkdam’da yayımladığı “Nur Baba” başlıklı yazısıyla yalnızca Halide Edip Adıvar’ın Nur Baba romanından, bir roman gibi bahsettiğini, edebî çerçevede değerlendirdiğini
ve bu şerefin Nur Baba için kâfi olduğunu dile getirir.
Handan (1912) yazarının kendine has o kudretli sezişiyle kendisinin Nur Baba romanında ne yapmak istediğini tam bir açıklıkla ortaya koyduğunu vurgular.
Yakup Kadri, Nur Baba’yı Bektaşilik açısından değerlendirenlere artık hiç
cevap vermeyeceğini, aynı dili konuşmadıkları için bu insanlarla anlaşmasının mümkün olmadığını, çeşitli gazete ve dergilerde çıkan ve kendisinin Bektaşiliği anlatmaya çalışıp anlatamadığı gibi tarikat odaklı suçlayıcı yazıların yarattığı münakaşalara girmediğini/girmeyeceğini ifade eder.
Ayrıca herhangi bir tarikatı bir romanla tetkik ve tarife kalkışacak kadar hafif-meşrep olmadığını ve doğrudan doğruya edebiyata ait olması lazım gelen bir bahsi dinî ve felsefî bir vadiye dökecek kadar da malûmât-fürûş olmadığını şöyle dile getirir: “Meseleyi Bektaşilik tarafından alanlara artık hiç cevap vermeyeceğim. Çünkü bunlar benim cinsimden insanlar değildirler; birbirimizin lisanını ve maksadını anlamamıza ihtimal yoktur.Bunlardan birisi ‘İleri’ gazetesinde ve sonra ‘Yarın’ mecmuasında bana birçok fuzuli hücumlarda bulundu.
Güya bu kitabımla Bektaşiliği anlatmak istiyormuşum da
atamamışım gibi tarikat hakkında bir sürü münakaşalar açtı. Bu münakaşaların hiçbirine girmedim, çünkü ben herhangi bir tarikatı bir romanla tetkik ve tarife kalkışacak kadar hafif-meşrep olmadığım gibi, doğrudan doğruya edebiyata ait olması lazım gelen bir bahsi dinî ve felsefî bir vadiye dökecek kadar da malûmât-fürûş değilim.”
Kısacası Yakup Kadri’nin de birinci ve ikinci baskısı için yazdığı önsözlerde
dikkat çektiği üzere Nur Baba, tefrikası sürecinde ve kitap olarak yayımlanmasından hemen sonra edebî, dinî, felsefî tartışmalara neden olur ve bu tartışmalar günümüze kadar gelir.
Dolayısıyla tefrikasına başlandığı ilk andan günümüze her dönem için
edebiyat araştırmacılarının ilgisini çeken Nur Baba kadar hakkında yazılanlar da -ki büyük bir yekûn tutar- dikkat çekicidir.
Bu bağlamda Cafer Gariper ile Yasemin Küçükcoşkun’un (2009) Dionizyak Coşkunun İhtişam ve Sefaleti: Yakup Kadri’nin Nur Baba Romanına Psikanalitik Bir Yaklaşım adlı kitabı ve ‘II. Meşrutiyet Döneminde Yayımlanan Nur Baba Romanı ve Yarattığı Akisler’ (2008) başlıklı makalesi, yayımlandığı dönemden günümüze Nur Baba romanı ile ilgili olarak yazılanlar hakkında ayrıntılı değerlendirmeler yapan başlıca çalışmalardandır.
Her iki çalışmada da Nur Baba’nın geçmişten günümüze edebiyat çevrelerince nasıl anlamlandırıldığı ile ilgili tespitler ve genişçe bir kaynakça söz konusudur.
Ancak bu iki değerli çalışma da dâhil edebiyat araştırmalarında, Nur Baba üzerine değerlendirmeler bağlamında üzerinde durulmayan ve Nur Baba romanının yayımlandığı dönemin eleştirel yazılarından olan Bezmi Nusret (Kaygusuz)’e ait Nur Baba Masalı başlıklı yazı da Nur Baba’nın
döneminde yarattığı akisler bakımından önemlidir. Bezmi Nusret’in 1922’de Nur Baba’nın kitap olarak basımından hemen sonra yazdığı küçük bir risale biçimindeki Nur Baba Masalı, Nur Baba için bir ‘reddiye’ niteliği taşır ve temelde Nur Baba’nın edebî yönüne ve romanda Bektaşiliğin yansıtılma şekline dair iki yönlü bir değerlendirmeyi içerir.
Bu bakımdan Nur Baba romanının, döneminde yarattığı akisler bağlamında ele alınması gereken bir yazıdır. Roman tekniğine ve Bektaşiliğe dair görüşleraçısından da dikkate değer bir kitapçıktır.
Bezmi Nusret Kaygusuz’un Kaleminden Nur Baba İçin Bir Reddiye:
Nur Baba Masalı İzmirli yazarlardan Bezmi Nusret (Kaygusuz) (1890-1961), Girit-Kandiye doğumludur.
Girit-Kandiye Kaygusuz Bektaşi tekkesine mensup bir ailedendir
(Kaygusuz, 1955; Demirci, 2013). Bezmi Nusret, anılarını kaleme aldığı Bir RomanGibi’de validesi cihetinden Bektaşi tekkesine mensubiyetini şöyle dile getirir: “Dayımın oğlu rahmetli Ahmet Şakir Efendi Bektaşiliğe sülukumu kolaylaştırdı.
Esasen valide cihetinden bu tarikatla alâkam vardı. Büyükannem Zülfüyâr Hanım, Girit’teki Kaygusuz tekkesinin mütevelliyesi idi. Bir gece Ali Rıza Baba’dan nasip aldım. Bektaşi sırrını da öğrenmiş oldum.”
Bezmi Nusret Kaygusuz’un, Yakup Kadri’nin Nur Baba romanına itirazda
bulunması ve Nur Baba Masalı (1922) gibi bir reddiye yazması bu bakımdan da anlamlıdır. Bezmi Nusret Kaygusuz, Millî Mücadele Dönemi’nde Alaşehir’de kaymakamdır (Bezmi Nusret’in Alaşehir’e kaymakam olarak tayini 27 Nisan 1919 tarihli kararladır) ve Alaşehir kaymakamı iken şehirde Kuva-yı Milliye ruhunun oluşması
ve halkın düşman işgaline direniş göstermesi yönündeki çalışmalarda ön saftadır.
Millî Mücadele Dönemi’nde Yunanlıların İzmir’i işgalinden hemen
sona Anadolu’daki işgal sahasını genişletmesi, Alaşehir halkını endişeye sevk eder ve halkın bir kısmı iç bölgelere göç eder. Şehirde kalanlar arasında ise Yunan ordusuna karşı mukavemet gösterilip gösterilmemesi, silahlı mücadele verilip verilmemesi konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıkar. İşgale karşı tereddütleri, fikir ayrılıklarını gidermek isteyen Kaymakam Bezmi Nusret Bey de, şehrin önde gelenlerini 21 Mayıs
1919’da hükümet konağında toplar, Millî Müdafaa’ya iştirak etme ve Yunanlılara karşı silahlı direniş gösterme kararı aldırır.
Bezmi Nusret, Millî Mücadele Dönemi’nde gerçekleştirdiği vatanî ve millî
çalışmaları Bir Roman Gibi’de “Millî Mücadele’ye iştirakim vatanî bir vazife idi.” şeklinde izah eder.
Dolayısıyla Bezmi Nusret, Millî Mücadele Dönemi’nde Yunan işgaline karşı millî direnişin ortaya çıkmasında önemli bir hizmet görmüştür.
Bezmi Nusret Kaygusuz, II. Meşrutiyet ve sonrası edebiyat ortamının da içerisinde yer alır. Bezmi Nusret, babasının maddi desteği ile 2 Nisan 1910’da Tenkit dergisini çıkarmaya başlar. Selçuk Çıkla’nın ‘Eleştiri Tarihimizde Tenkit Adını Taşıyan İlk Dergimiz: -Tenkid-’ başlıklı yazısında dikkat çektiği üzere Bezmi Nusret’in 1910 yılında çıkardığı Tenkit, edebiyat dergiciliği sahasında ‘tenkit’ adını taşıyan ilk ‘eleştiri’ dergisidir.
Sadece altı sayı yayımlanabilmiş olan Tenkit’in ilk sayısı 4 Nisan 1910, son sayısı ise 23 Temmuz 1910 tarihinde çıkar. Dergide Mehmet Rauf, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Şahabettin Süleyman, Baha Tevfik, Faik
Ali, Hüseyin Suat, Raif Necdet, Abdülhak Hayri, Ali Süha, Abdullah Cevdet, Fazıl Ahmet Aykaç, Mehmet Necip gibi isimlerin yazıları ve edebî ürünleri yayımlanır. Nur Baba Masalı (1922) yazarı Bezmi Nusret’in Şeyh Bedrettin’in hayatını ve düşünce dünyasını ele aldığı 1920 tarihli biyografik çalışması Şeyh Bedrettin ile anılarını bir araya getirdiği Bir Roman Gibi dikkat çeken kitaplarıdır.
Bu eserlerin dışında Fırkalar ve Ben (1912), İlk ve Son (1919), Kurumuş Pınar (1958) adlı küçük kitapları da vardır.Bezmi Nusret Kaygusuz’un Nur Baba Masalı, Nur Baba’nın kitap olarak yayımlanmasından hemen sonra kaleme alınmış bir risaledir. Otuz iki sayfalık bu risale, Yakup Kadri’nin Nur Baba’nın ikinci baskısı için yazdığı “İkinci İzah”ta da dile
getirdiği şekliyle romanının ilk baskısının birkaç ay zarfında tamamıyla tükendiği ve büyük münakaşalara yol açtığı bir ortamda (1923: 13-16) ortaya çıkmıştır.
Nur Baba’ya yönelik bir reddiye niteliği taşıyan Nur Baba Masalı, reddiye niteliğindeki özünü, adında da Nur Baba romanını “masal” olarak nitelendirmesi üzerinden ortaya koyar.
Nur Baba Masalı adı, Nur Baba romanı için “masal: boşuna söylenmiş söz”
(TDK Güncel Türkçe Sözlük, 2016a) ve “masal okumak (veya anlatmak): inandırıcı olmayan, oyalayıcı sözlerle kandırmaya çalışmak” (TDK Güncel Türkçe Sözlük, 2016b) şeklindeki içeriği yüklemektedir ki bu içerik, Bezmi Nusret’in risalesini üzerine inşa ettiği tezi de ortaya koyar niteliktedir.
Nur Baba Masalı’nda Nur Baba için baştan sona aynı olumsuz, reddedici, yok sayıcı bakış açısı sergilenir ve bu bakış açısından yansıyan olumsuzlayıcı değerlendirme, “Şimdiye kadar ‘Nur Baba’ kabilinden
birçok masallar dinledik.
Lakin onların sırası çoktan geçti. Tarîkat-ı Bektaşiye, hâtemü’l-enbiyâ
ve memdûhü’l-esrâr lâ fetânın şem’-i tevfîk-i hidâyetidir.
Pir Sultan’ın dediği gibi, münkir üflemekle bu çerağ sönmez” (Kaygusuz, 1922: 32) cümleleriyle son bulur. Nur Baba Masalı’nın; Yakup Kadri ve Nur Baba’ya dair genel bir değerlendirme, Nur Baba romanının özeti, kurmaca bir eser olarak teknik hususiyetleri (teknik açıdan gösterdiği zafiyetler/eksiklikler), romanın dil ve anlatım açısından gösterdiği zafiyetler/eksiklikler, Nur Baba’nın altında yatan hayat ve sanat felsefesi, Nur Baba’dan yansıyan (yanlış) Bektaşilik (romandaki ‘Bektaşilik’) ile ‘hayatın içindeki Bektaşilik’in uyuşmazlığı biçiminde sıralı bölümlerden oluştuğunu söylemek mümkündür.
Dolayısıyla Nur Baba Masalı başlıklı risalesi üzerinden Bezmi Nusret’i, Yakup Kadri’nin “meseleyi Bektaşilik tarafından alanlar” şeklinde nitelendirdiği grup içerisinde değerlendirmek mümkündür.
Çünkü Bezmi Nusret, Nur Baba Masalı’nda Nur Baba’yı edebî değerlendirmeler çerçevesinde ele alırken aynı zamanda Bektaşilik açısından da değerlendirmeye tâbi tutar.
Hatta Nur Baba’ya dair Bektaşilik açısından yaptığı değerlendirmeler, edebî değerlendirmeleregöre çok daha baskın gelir. Bezmi Nusret, Nur Baba Masalı’nda ilk olarak Yakup Kadri ve Nur Baba’ya dair genel bir değerlendirme yaparken Yakup Kadri’nin kasten, Nur Baba’da içeriği öne çıkardığını, Bektaşiliğe yönelip Bektaşiliğe müteallik bazı tabirlerle okuyucuların dikkatini çekecek, derin tartışmalar yaratacak dinî bir konuyu romana dönüştürmeyoluna gittiğini iddia eder:
“Bazı adamlar ise, eserlerine sevimli bir hususiyet veremeyeceklerini bildiklerinden garip mevzular arkasında koşarlar. İsterler ki, bulacakları mevzu kendi kendine canlı bir şey olsun, yeniliğiyle kari’înin nazar-ı dikkatini celb etsin. O endişe ile genç muharrirlerimizden Yakup Kadri Bey dinî bir mevzuu roman ittihâz etmekten çekinmemiştir.” (Kaygusuz, 1922: 3-4).
Bu cümlelerle, daha risalenin başından itibaren Yakup Kadri’yi itham edici bir
yaklaşım sergilenir. Yakup Kadri’nin, okuyucunun ilgisini çekmek, eser üzerinden
ortaya çıkacak tartışmalarla geniş halk kitlelerinin merakını uyandırmak amacıyla
özellikle dinî bir konuya yöneldiği ve Bektaşiliği öne çıkardığı ifade edilir. Dolayısıyla
Bezmi Nusret, Yakup Kadri’nin edebî şöhret için Bektaşiliği konu edindiği,
“Bektaşiliğe müteallik bazı tabirâtı (işlemek) cihet(iy)le bir kısım halkın heyecan ve
tecessüsünü tahrik et(tiği)” (Kaygusuz, 1922: 4) iddiasıyla yazısına başlar. Sonrasında
“Binâenaleyh bu eserin muvaffakiyete namzet ve Bektaşilikle münasebettâr olup
olmadığını takdir etmek faydasız bir şey olmayacak. Onun için ibtidâ mezkûr hikâyeyi
telhîs ediyoruz” (1922: 4)” cümleleriyle Nur Baba’yı özetlemeye geçer. Romanın
özetinden sonra esas olarak edebî ve dinî açıdan değerlendirmeler dikkate sunulur.
Özetten sonra Nur Baba ilk olarak teknik hususiyetleri itibariyle değerlendirilmekte
ve romanın teknik anlamda büyük bir eksiklik gösterdiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla
Bezmi Nusret’in Nur Baba’ya dair edebî değerlendirmeleri, romanın edebî
açıdan gösterdiği zafiyetleri/eksikleri sıralamak biçimindedir. Bezmi Nusret’in Nur
Baba’ya dair gösterdiği toptan reddetme anlayışı, romana dair edebî değerlendirmelerin
de tamamen eksiklikleri ortaya koyma biçiminde şekillenmesini beraberinde
getirir. Bezmi Nusret, romanı teknik anlamda başarısız bulurken Nur Baba’nın; olayları,
eylemleri gerekçelendirme, gerçekçi kişiler yaratma, kişileri ve kişiler arasındaki
ilişkileri ayrıntılandırma, ruhsal tahlillerde bulunma, yapısal ögeler arasında organik
bir bütünlük kurma gibi noktalarda büyük bir eksiklik gösterdiğini, bütün bunların
romanı kompozisyon anlamında da kusurlu yaptığını savunur. Dolayısıyla Bezmi
Nusret, romanın kurgu anlamında zayıf olduğu kanaatindedir.
Bezmi Nusret’e göre Nur Baba’da vak’anın geniş, kişilerin ise çok olması, hiçbir
şeyin layıkıyla anlatılamaması gibi bir sonuç doğurmuştur. Kişiler ve olaylar, çok
genel bir anlatıma tâbi tutulmuş, üzerlerinde derin ve nüfuzlu bir tahlil gerçekleş-
tirilmemiştir. Bütün kişiler ve olaylar basit ve kabataslak bir sinema görüntüsüyle
verilmiştir. Kişiler bütün bir müphemiyetle sahneye çıkarılmış ve aynı müphemiyet,
kişiler arası ilişkilere de yansımıştır. Dolayısıyla roman türüne özgü ayrıntılandırma,
Nur Baba’da yoktur. Kişiler ve olaylar, romanın üzerine inşa edildiği tezi vermek adına
birer araç olduklarından halledilemeyen, müphem kalmış noktalarla okuyucuya
sunulmaktadır. Bezmi Nusret, romanın teknik hususiyetleri noktasındaki düşüncelerini
roman kişilerinin sunumuna dair birtakım sorularla destekleme yoluna gider:
“Tasvir edilmek istenilen simaların ekserisini tekrar tasavvur etmek müşkül. Ziba
Hanım’ı elli yaşında buluruz. Evvelce geçirdiği o mühim hâdise nedir? Ailece niye
merdûd oluyor? Nasibi kimdendir? Nur Baba’yı nasıl buldu? Rauf Bey kimdir? Nasip
Hanım kimin nesidir? Macit’in hüviyet-i maddiye ve maneviyesi gayr-ı malûm.
Süheyla Hanım’ı ansızın sahnenin ortasında görüyoruz. Halledilemeyen noktalar
âdeta ekseriyeti teşkil edecek derecede.” (1922: 13).
Bu noktada “Nur Baba’nın her sayfası, küçük hikâyeler yazmaya alışmış ve o
çerçeveden hârice çıkmamış acemi bir kalemin mahsulü olduğunu ifade etmektedir”
(Kaygusuz, 1922: 13) sözleriyle, küçük hikâyeler yazmaya alışmış Yakup Kadri’nin,
Nur Baba romanı ile birlikte roman sahasında acemiliklerle dolu bir eser verdiği ifade
edilir. Sonrasında da tür olarak roman ile hikâye arasındaki farklılığa göndermelerle
Nur Baba’nın kişileri ayrıntılandırma noktasında büyük bir eksiklik yaşadığı, kişilerinin
içinin doldurulamadığı iddia edilir: “Filvâki’ şu ihmal ve tesâmuh küçük bir hikâyede
tecvîz olunabilir. Fakat romanda asla câiz görülemez. Bir adamın mazisi, meksûbât-ı
irsiyesi, bilahare gördüğü tarz-ı terbiye, hususiyle ahvâl-i rûhiyesi bihakkın
anlaşılmalıdır ki, harekâtı takdir olunsun. Ve hakkında tam bir hüküm verilebilsin.
Roman, rûhî tedkikât ve tahlilâtın icrasına en müsait olan bir sahadır.” (1922: 13).
Bu ifadelerde kişilerin geçmişlerinin, nereden geldiklerinin, eğitim tarzlarının,
özellikle ruh hâllerinin, iç dünyalarının ihmal edildiği, dolayısıyla eylemlerinin
gerekçelendirilemediği, arkasının doldurulamadığı, romanın tür olarak ruhsal tetkiklere
ve tahlillere en müsait tür olmasına rağmen Nur Baba’nın bu noktada büyük
bir zafiyet içinde kaldığı yönünde düşünceler dile getirilir.
Bezmi Nusret’e göre Nur Baba, tertip ve kompozisyon anlamında da büyük
bir eksiklik içerisindedir. Olaylar arasındaki bağlar zayıftır, layıkıyla ortaya konulamamış,
açıklanamamıştır. Olayların öncesi ve sonrası yoktur. Eylemler ve olaylar
birdenbire ortaya çıkar. Olaylar tam bir nedensellikle ortaya konulamamıştır. Nur
Baba’ya dair bu tarz değerlendirmeler, örneklendirme yoluyla şöyle dile getirilir:
“Ondan mâ-adâ, bu hikâyede iyi bir tertip de yoktur. Vak’ayı kavramak çok zor. Vakayi’
arasındaki revâbıt layıkıyla tavzîh edilememiş, râbıtalar pek kuvvetsiz kalmıştır.
Bilfarz Macit Bey hayattan bahsederken Nigâr birdenbire sevip sevmediğini soruyor.
Bunun mâ-kabli yok, mâ-ba’dı yok. Macit sade küskün nazarlarla ufka bakıyor. Ziba
Hanım’ın ömründe ikinci defa girdiği yeğeninin evinde hararetli bir mübâhaseyi bırakarak
filhâl uyuyup kalması da aykırı duruyor. Keza Nasip Hanım’ın kocalı ve çocuklu
bir kadın olan Nigâr’a Baba’nın sevdiğini söylemeye cesaret etmesi ve Nigâr’ın
kızmaması, sonra Nigâr’ın zevcinin akrabasından bulunan Macit’e Nur Baba’nın
bakışlarından ve muhrik sesinden bahseylemesi gayr-ı tabii ve tezâd-âmîz bir şeydir.
Nasip Hanım kocalı bir kadın ve çocuğu otuz dokuz derecede iken Rauf Bey’in
yanından ayrılmıyor. Bu da belli başlı izah olunacak bir meseledir. O gibi cümleler
kitabın ötesine berisine dağılmış, aralarında bir irtibat vücuda getirilmemiştir. Macit’in
muhtırası ise kolsuz, kanatsız sakat bir mahlûktur. Bu muhtıranın nereden elde
edildiği ve buraya nasıl girdiği anlatılmıyor. Hele 142’inci sayfada ‘Nigâr Hanım, Nigâr
Hanım, ey bundan altı yıl evvelki beyaz güvercin!’ sözleriyle başlayan monolog
ve yine 148’inci sayfada ona benzer küçük bir hitabe kâmilen lüzumsuzdur. O hitabeleri
irâd eden kimdir?” (Kaygusuz, 1922: 13-14).
Nur Baba Masalı’nda eleştiriler, romanın dil ve anlatımı açısından da ortaya
konulmaktadır. Bezmi Nusret, Yakup Kadri’nin iyi bir yazar sıfatıyla ünlü olmasına
rağmen Nur Baba’da öyle parlak, özel, özgün sayfalara tesadüf olunmadığı iddiasındadır.
Nur Baba’da dil ve anlatımın ihmal edildiğini, işlenmediğini, yazarının dil ve
anlatım bakımından uçmaya kalktığı zaman çoğunlukla yanlış bir kanat çırpmasıyla
aşağıya düştüğünü ve süfli yerlerde süründüğünü ifade eder. İddialarını desteklemek
amacıyla da Nigâr’a dair küçük bir anlatımı örnek verir (1922: 14-15).
Bezmi Nusret, Nur Baba’nın dil ve anlatım yönünden de büyük bir eksilik
gösterdiğini ifade ettikten sonra kısaca, Nur Baba’nın altında yatan hayat ve sanat
felsefesine dair değerlendirmelerde bulunur. Bu bağlamda, “Bütün hikâyenin içinde
ahlâkı temiz, kalbi saf, vicdanı pak, bir kimseye tesadüf olunmuyor. Hep sefîh
ve muhteris çehreler” (1922: 16) cümlelerini sarf eder ve Yakup Kadri’nin yaşamı
kötücül bir bakışla değerlendirdiği, bu yönde bir tercihte bulunduğu ve yazarın daha
çok “sanat için sanat” taraftarı göründüğünden ahlâkî bir gaye veya bir endişe gözetmediği
düşüncesindedir (1922: 16).
Bezmi Nusret, Nur Baba’nın edebî yönüne dair değerlendirmelerini, çok kat’i
surette ifade ettiği “Bununla beraber ‘Nur Baba’ sanattan da bî-nasiptir. Bedîî bir haz
ve heyecan tevlîd etmiyor. Yalnız mevzuunun şöhret ve garabetidir ki, bir müddet
daha okunmasına vesile olabilecek. Muharririn bütün sihr-i muvaffakiyeti intihap
eylediği zeminden ibarettir” (1922: 16-17) cümleleriyle bitirir. Dolayısıyla Nur Baba’ya
edebî anlamda bir değer atfetmenin mümkün olmayacağı düşüncesindedir.
Aslında Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi adlı anı kitabında, İzmir İdadisi’nden sınıf
arkadaşı Yakup Kadri’nin II. Meşrutiyet’in ilanından sonra edebiyat âleminde kendisini
göstermeye başladığını ifade ettikten sonra Bir Serencam (1914), Erenlerin Bağından
(1922), Rahmet (1923), Yaban (1936) gibi çok derin ve üslûp bakımından
fevkalade, edebiyat bakımından kıymetli eserler verdiğini ifade eder. Ancak bu eserler
arasında Nur Baba’nın adını zikretmez (1955: 14). Dolayısıyla Bezmi Nusret’in
Nur Baba’ya dair görüşlerinin Nur Baba Masalı’nı yazdığı 1922 yılından Bir Roman
Gibi’yi yazdığı 1955 yılına kadar yaklaşık otuz, otuz beş yıllık zamanda değişmediğini
görmekteyiz.
Nur Baba Masalı’nda Nur Baba’nın edebî yönüne dair değerlendirmeler ve
teknik bakımdan gösterdiği zafiyetler/eksiklikler ortaya konulduktan sonra Nur
Baba’dan yansıyan (yanlış) Bektaşilik (romandaki ‘Bektaşilik’) ile ‘hayatın içindeki
Bektaşilik’in uyuşmazlığı üzerine değerlendirmelere geçilir. Bezmi Nusret’in
odaklandığı, asıl karşı çıktığı konu, Nur Baba’da Bektaşiliğin tahrip ve tahrif edilerek
sunulduğudur. Bezmi Nusret’in düşüncelerinin esasını oluşturan temel tez, Nur
Baba’nın haksız bir biçimde Bektaşiliği olumsuzladığıdır ve yazar, bu düşüncelerle
Nur Baba Masalı’nı, Nur Baba romanına bir reddiye niteliğinde kaleme almıştır. Bu
çerçevede risalede, Bektaşilikte bulunmayıp Nur Baba’da Bektaşiliğe isnat olunan
eylem, durum ve olaylar sıralanır; dinî-tasavvufî referanslarla Bektaşiliğin özü, ruhu
izah edilir. Hayatın içindeki Bektaşilik ile Nur Baba’da sunulan Bektaşilik arasındaki
uyuşmazlık noktaları dikkate sunulur. Bezmi Nusret, Nur Baba’da Bektaşiliğin erkân
ve âdâbından bazı ufak tefek şeyler mevcut olduğunu ifade ettikten ve örneklendirdikten
sonra, asıl, Nur Baba’da Bektaşilikte bulunmayıp isnat olunan ögeleri sıralar.
Nur Baba’nın Bektaşilikle ilgisi olmayan, tahrip ve tahrif edici birtakım özellikleri
haksız bir biçimde Bektaşiliğe yüklediği düşüncesiyle itirazlarda bulunur. Dolayısıyla
Bezmi Nusret, Nur Baba’ya tam bir mimesisçi bakışla yaklaşır. Nur Baba’nın bir
kurmaca eser olduğunu göz önünde bulundurmadan, Nur Baba’nın kurmaca bir eser
olduğu noktasında hiçbir esneklik göstermeden ve romanın gerçek hayatın bire bir
yansıması/taklidi düşüncesinden hareketle Nur Baba’yı gerçek hayattaki Bektaşiliğe
göndermelerle değerlendirir. Nur Baba’nın kurmaca dünyası ile gerçek yaşam arasında
hiçbir ayrım gözetmez, Nur Baba’yı gerçek yaşamın, gerçek yaşamdaki Bektaşiliğin
dinamikleriyle, içeriğiyle izah etmeye çalışır. Kurmaca dünya ile dış dünya
arasında bire bir eşleme yolunu seçer. Böyle olunca da Nur Baba’yı gerçek yaşamın
içindeki Bektaşiliği tahrip ve tahrif emekle suçlar. Dolayısıyla Bezmi Nusret, Nur Baba’dan
yansıyan Bektaşiliği, gerçek yaşamdaki Bektaşiliği esas alarak değerlendirir.
Kurmaca bir eser olarak Nur Baba’ya gösterilen bu tarz bir eleştirel yaklaşım, doğal
olarak Nur Baba Masalı’nı da bir reddiyeye dönüştürür.
Bu çerçevede Bezmi Nusret, Nur Baba Masalı’nda ilk olarak epigraf niteliğinde
“Lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka (Ve hakkı bâtıl ile karıştırmayın),
(Bakara, 42. âyet)” ayetini paylaşır. Bu ayetin seçilmesinde, risalenin tezini temellendirme
düşüncesinin etkili olduğu söylenebilir. Bezmi Nusret, Nur Baba Masalı
risalesinde, Yakup Kadri’nin Nur Baba’da “hakkı bâtıl ile karıştırdığı” iddiasındadır
ve risalesini okuyucuya Nur Baba’da Bektaşiliğe isnat edilen bâtıl ögeleri ortaya koyma ve ayıklama yönünde bir içerikle sunar. Nur Baba’nın Bektaşilik düşüncesi, erkân
ve adabı ile örtüşmeyen bir içerik taşıdığı tezinden hareketle Nur Baba’nın içeriğini
irdeler, Bektaşilikle örtüşmeyen noktaları göstermeye ve Nur Baba üzerinden Bektaşilik
erkân ve âdâbını anlatmaya çalışır. Dolayısıyla Nur Baba Masalı, ilk cümlesinden
son cümlesine kadar “denilebilir ki, şu hikâye, Bektaşilik bilinmeden yazılmış bir
eserdir” (Kaygusuz, 1922: 21) tezi üzerine inşa edilmiştir.
Sonuç
Yakup Kadri’nin Nur Baba’nın birinci ve ikinci baskısı için yazdığı “Bir İzah”
ve “İkinci İzah” başlıklı önsözlerde de dikkat çektiği üzere Nur Baba, tefrikası sürecinde
ve kitap olarak yayımlanmasından hemen sonra, konu edindiği Bektaşilik
dolayısıyla büyük tartışmalar yaratır ve Nur Baba’ya dair edebî, dinî, felsefî tartışmalar
günümüze kadar gelir.
Bu nedenle tefrika edilmeye başlandığı andan günümüze
Nur Baba’ya dair pek çok yazı, eleştiri, değerlendirme ve kitap yazılmıştır. Nur Baba
romanının yayımlandığı dönemin eleştirel eserlerinden olan Bezmi Nusret (Kaygusuz)’e
ait Nur Baba Masalı adlı küçük risale de Nur Baba’nın döneminde yarattığı
akisler bakımından önemlidir.
Bezmi Nusret’in 1922’de Nur Baba’nın kitap olarak
basımından hemen sonra yazdığı Nur Baba Masalı, Nur Baba için bir ‘reddiye’ niteliği
taşır ve temelde Nur Baba’nın edebî yönüne ve Bektaşiliğin yansıtılma şekline dair
iki yönlü bir değerlendirmeyi içerir.
Dolayısıyla Nur Baba Masalı, Nur Baba’nın, döneminde
yarattığı akisler bağlamında ele alınması gereken bir eserdir. Nur Baba’nın
edebî yönüne ve Nur Baba’dan yansıyan Bektaşiliğe dair düşünceler ve tarihsel derinliğiyle
Bektaşilik düşüncesi, erkân ve âdâbına dair tespitler, açıklamalar, değerlendirmeler
açısından da dikkate değer bir kitapçıktır.
Bezmi Nusret’in Nur Baba Masalı Adlı Risalesi
“Lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka.” Âyet.
Bu mavi kubbenin altında söylenmemiş bir söz, yazılmamış bir mevzu, düşünülmemiş
bir fikir yok gibidir. Her şey seleften halefe geçiyor.
Mevâd-ı ibtidâiyedaima eskidir. Değişen yalnız şekillerdir. Her muharrir, yazacağı şeye kendi hassasiyet
ve muhayyilesinden bazı ufak tefek ilaveler yapmak, bilhassa kendi hususiyetine
göre bir plan ve tertip kurmak suretiyle eserini bize yeni olarak kabul ettiriyor.
Şeyh Galip, “Hüsn ü Aşk”ın mevzuunu “Mesnevi”den aldığını bizzat itiraf eder. Alfred de
Musset ekser şiirlerinin esasını Lord Byron’dan iktibâs etmiştir. Kudretli bir muharrir,
en eski bir mevzua arzu edilen asalet ve mümtâziyeti verebilir.
Bazı adamlar ise,eserlerine sevimli bir hususiyet veremeyeceklerini bildiklerinden garip mevzular arkasında
koşarlar. İsterler ki, bulacakları mevzu kendi kendine canlı bir şey olsun, yeniliğiyle
kari’înin nazar-ı dikkatini celb etsin. O endişe ile genç muharrirlerimizden
Yakup Kadri Bey dinî bir mevzuu roman ittihâz etmekten çekinmemiştir.
Bundan daha evvel merhûm Şahabettin Süleyman Bey de Safotizm mesleğini esas tutarak
“Çıkmaz Sokak”ını yazmıştı. Kezalik Rahman’ın rahmetine kavuşan diğer bir arkadaşımız
dahi mantığın, namus ve vicdanın adem-i mevcûdiyeti hakkında birkaç
makale karalamıştı.
Bunlar kâmilen söndü. Yalnız Yakup Kadri Bey’in hikâyesi yeni
neşrolunduğu için henüz dâd ü sited-i matbûâtı dolaşmaktadır. Bilhassa Bektaşiliğe
müteallik bazı tabirâtı ihtiva ettiği cihetle bir kısım halkın heyecan ve tecessüsünü
tahrik etmiş görünüyor. Binâenaleyh bu eserin muvaffakiyete namzet ve Bektaşilikle
münasebettâr olup olmadığını takdir etmek faydasız bir şey olmayacak.
Onun için ibtidâ mezkûr hikâyeyi telhîs ediyoruz:
Bir Bektaşi Tekkesinde Mumlar Nasıl Söner? -Vak’a İstanbul’un eski bir Bektaşi
dergâhında cereyan ediyor. Eser, o tekkede mest bir küme muhip ve muhibbenin
sabaha karşı dem istemeleri ve sermestâne muhavereleriyle başlar.
Nur Baba’nın riyâset ettiği sofralar ya bir tekme ile devrilir veya bir bûse ile perişan olur. Zevcesi
Celile Bacı ağırbaşlı ve saçları kısmen ağarmıştır. Cemaati yatmaya davet ediyor. Fakat
dinleyen kim? Hevaî mürşit, muhibbesi Ziba Hanım’la meşgul. Nasip Hanım’la
Rauf Bey yavaş yavaş dudak dudağa gelecekler.
Hanım, sofranın altından beyin dizlerini çimdikliyor. Udî Niyazi, yirminci defa udunu akort ediyor. Şişeler tekrar dolup geliyor. Baba, bir nefes söylüyor. Sonra Ziba Hanım’la uzun bir münâzaaya girişiyor.
Güya Nigâr Hanım’ın nasip almasına Ziba Hanım mâni oluyormuş. Sabah oluyor.
Mumlar damla damla eriyip sönüyor. Ve herkes yatmaya gidiyor.
Bir Bektaşi Şeyhi Nasıl Yetişir? -Afif Baba, dört defa evlenmiş bulunmasına
rağmen, evlâda mâlik olamadığından Anadolu seyahatinde bulduğu bir çocuğu tekkeye
getiriyor. Nuri, yirmi yaşına girdiği zaman, Baba’nın ölüm döşeğinde bulunmasından
bilistifade, zevcesi Celile Bacı’nın yatağına yol buluyor. Bu münasebet şeyhin
vefatı üzerine resmî bir mahiyet alıyor. Nuri Baba, anane ve erkân itibariyle selefinin
nüsha-i sâniyesi oluyor. Günün birinde Kanlıcalı Ziba Hanım, Nuri Baba ile münasebet
peyda ediyor. Ziba Hanım, küçük bir hâdise ile gençliğini ve ailesinin namusunu
feda etmiştir. Nuri Baba’ya mülâkî olunca vecde geliyor. Ona, sen nûrsun, nûr-ı
İlâhîsin, diyor. Nuri Baba’nın ismi artık Nur Baba kalıyor. Ziba Hanım’ın Nur Baba
ile münasebeti on sene sürüyor. Şimdi elli yaşında olmakla beraber yine Baba’yı başkalarından
kıskanmaktadır.
Bir Zâhir Nasıl İrşâd Edilir?-Ziba Hanım, Nur Baba ile münâzaa ettiği gecenin
ferdâsı soluğu Nigâr Hanım’ın yanında alıyor. Nigâr Hanım, biraderinin kızı, Madrid
sefirinin refikası, iki çocuk validesidir. Ziba Hala, Bektaşi olmasına kendisinin ne
suretle mâni olduğunu soruyor. Nigâr Hanım, bir gün tekke âlemlerinden bahseden
Nasip Hanım’a o âlemlere iştirak etmek istediğini beyan etmiş bulunduğunu ve dedikodunun
oradan çıkmış olduğunu söylüyor. Ziba Hanım, ansızın uykuya dalıyor.
Vedalaşırken “Eğer bir niyetin varsa bana söyle yavrum. Düşün ki, çok fedakârlık lazımdır.”
diyor. Dört gün sonra, kendisinden köşkte beklediğine dair Nigâr Hanım’a
bir tezkere geliyor. Nigâr Hanım, davete icâbet ediyor. Üstü şişeler, kadehler, buzlar
ve mezelerle dolu bir masanın etrafında Ziba Hanım’dan mâadâ Nur Baba’yı, Celile
Bacı’yı, Nasip Hanım’ı, Necati ve Udî Niyazi Beyleri nîm-mest buluyor. Nur Baba,
koyu renk bir pantolon, beyaz bir yelek, siyah kumaştan bir cübbe giymiş, ne şalvarı
ve ne de belinde kemeri vardır. Âdeta havârî resmine benziyor. Ziba Hanım’ın davetten
maksadı, yeğenini Baba’dan kıskanmadığını herkese göstermektir. Meseleyi
açıyor. Nigâr Hanım, bu işin i’zâm ve mübalağaya uğramış olduğunu ve halasının
keyfiyetten malûmâttâr bulunmadığını izah ediyor. Sofrada şarkılar söyleniyor. Ud,
tambur ve def çalınıyor. Nigâr, Nasip Hanım’ı alarak bahçeye çıkıyor. Tek bir sözünü
şu hâle koyduğundan dolayı muâtebede bulunuyor. Nasip Hanım, Baba’nın kendisini
görüp sevdiğini ve halasının kıskandığını anlatıyor. O sırada Nur Baba’nın muhrik
sesi duyuluyor. Ve yerlerine dönüyorlar. Ziba Hanım, Nigâr’a “Erenler senin kabil-i
irşâd olmadığına kail olmuş.” diyor. Nur Baba, Ziba Hala’yı tekzip ediyor. Bu hareket,
Nigâr’ın hoşuna gidiyor. Nur Baba bizzat kendisine bir dem veriyor. Nigâr içiyor.
Ve Ziba Hanım bağırıyor: -Nihayet irşâda muvaffak oldunuz. Ne kadar olsa benim
kanımdandır.
Hacı Bektaş Çerâğı Etrafında İki Beyaz Pervâne. -Bu fasılda Nigâr Hanım’la
kocasının akrabasından Macit Bey’i beraber buluyoruz. Bahis, hayata aittir. Nigâr
Hanım, ansızın Macit’ten sevip sevmediğini soruyor. Muhatabı cevap vermiyor. Muhavere
Ziba Hala’nın tarz-ı hayatına, Bektaşi âlemlerine intikal edince, Nigâr Hanım
bu son hafta içinde tekkeye gitmiş olduğundan dergâh âlemlerinden kemâl-i salâhiyetle
bahsediyor. Macit’in reybî ve kelbî zannettiği Bektaşilere muhibbesi Nigâr Hanım
gibi ince ve mu’tenâ bir kadının fazla bir alaka göstermesi hayretine bâdî oluyor.
Hele mürşidin sesinden ve bakışlarından uzun uzadıya bahsetmesi kendisini kıskandırıyor.
Nihayet o da bunları görmek arzusunu izhâr ediyor.
Nur Baba Dergâhında Misli Görülmemiş Bir Âyin-i Cem. -Bugün Nigâr Hanım
nasip alacak. Onun için dergâhta büyük bir faaliyet meşhûd. Nur Baba, muzafferiyetinin
şenliğini yapıyor. Şu vak’a, ilk görüşmekten tam bir sene sonradır. Nigâr
Hanım çoktan rakının kokusuna, tarikatın erkân ve âdâtına, piyanosunda nefesler
çalmaya alışmıştır. Akşama doğru Ziba Hala ve Macit Bey’le birlikte tekkeye geliyor.
Nur Baba, balkondan kendilerine karşı mendil sallıyor.
Macit’in Hatıra Defterinden. -Dünden beri tekkedeyiz. Bulduğumuz tekke
bağ ve bostan içinde eski bir köşktür. Nur Baba pembeler giyinmiştir. Sözlerini basit
ve tıflâne buldum. Bununla beraber sevimli bir adamdır. Kadınlar hep boyalı. Aralarında
yalnız Celile Bacı’yı afîf gördüm. Sözde ben de Bektaşi oldum. Nasıl olduğumu
anlatayım: Evvela Nigâr’la beraber abdest aldık. Bektaşi abdestinin hükmü hayatın
sonuna kadar devam edermiş. Rehberimiz, kulaklar ıslatılırken “Bu kulaklar ba’demâ
kötü söze mesdûd olacak.”, Ayaklar yıkanırken “Bu ayaklar Hak yolundan şaşmaya-
cak.” gibi cümleler sarf ediyordu. Ondan sonra yalın ayak, başıkabak meydanın kapısına
getirildik. İbtidâ mürşidin zevcesi içeriye girdi. Taşı, Baba’nın dizlerini, kendi
postunu öpüp yerine oturdu. Onu müteakip erkekler girdi. Ba’de kadınlar. Burada da
erkekler hakk-ı rüchâna mâlik. Rehberimiz belime bir ip bağladı. Eşiği öptürdü. Ve
basmadan geçirdi. Her saniyede bir kere tevakkuf ederek sağ ayağımız sola dokunduruluyordu.
Rehberim mürşitten kabul olunup olunmayacağını sordu. Baba, aynı
suali cemaate tekrar etti. Hep bir ağızdan cevâb-ı muvâfakat verildi. Şeyhin önüne
getirildim. Yanından kalktığım zaman başımda fazla olarak yalnız keçe külah vardı.
Mürşidin ilk ve son sözleri: “Eline, beline, diline sağlam olacak mısın? Gelme gelme.
Dönme dönme. Gelenin malı, gidenin canı gider”. Esrâr bundan ibaret. Sonra
birer birer postları öperek yerime oturdum. Nigâr da aynı merasimi icra etti. Aradan
çok geçmedi. Meydan, meyhane hâline girdi. Müdevver birtakım sofralar getirildi.
Üstleri rakı sürahileri ve mezelerle doldu. Nur Baba sofrada Ziba Hanım’ı sağına, Nigâr’ı
soluna aldı. Nigâr’a bizzat sakilik ediyordu. Ziba Hanım’ı da unutmuyor, ağzına
mezeler uzatıyordu. Biz hepimiz müşterek bir kadehten içtik. Gece yarısına doğru
mürşit semâ’a, kadınlardan birkaçı raksa kalktı. Bu bezm-i cûşâcûş Ziba ve Nasip Hanımların
müthiş bir kavgasıyla nihayet buldu.
İrşâdâtın İkinci Devresi. -Nigâr Hanım nasip aldığı geceden itibaren gittiği
her yerde Nur Baba’yı buluyor. Tesadüf etmediği zamanlarda mektubunu alıyor.
Mektupları hep âşıkâne, sitemli ve tazallümkârdır. Cevap bekliyor, sevildiğini işitmek
istiyor. Nigâr son defasında biraz müphem ve zâlimâne bir cevap veriyor. Ertesi
gece, Nur Baba yine muhrik ve âteşnâk sedâsıyla denizden Nigâr Hanım’ın pencerelerine
karşı iştikâya geliyor. Nigâr’ın validesi kafesleri indirtiyor. Öbür gün Nur
Baba’dan Nigâr Hanım’a komşu bir kadın ulaşıyor. Nur Baba’nın edilen hakaretten
fena hâlde sarsıldığını ve şimdi kendi evinde hasta olarak yatmakta bulunduğunu,
binâenaleyh mutlaka gidip görmesi lazım geldiğini söylüyor. Nigâr Hanım, kalpler
sayyâdı Nur Baba’nın kendi yolunda zillet ve ıstırap ile kıvrandığına memnun oluyor.
Ferdâsı Şeyh Efendi’yi ziyarete gidiyor. Baba onu görünce “Nasıl, hâlimi beğendiniz
mi?” diyor. Nigâr, Nur Baba’nın sözlerinden müteessir oluyor. Ağlıyor. Pencerelerin
kendi tarafından kapatılmadığını izah ediyor. Nur Baba, Nigâr Hanım’ın elini tutarak
“Kendini muhabbete teslim et, yavrum.” diyor.
Kâmilen Muhabbete Mevkuf. -Nur Baba ile Nigâr Hanım bütün bir yaz sevişiyorlar.
Çamlıca tepeleri, Boğaziçi koruları, Marmara sahilleri bu sevdalı çiftin bûseleri,
ah vahlarıyla doluyor. Nur Baba kışın dergâhını kapayıp Üsküdar’da bulunan ihtiyar
bir muhibbenin evine iniyor. Nigâr Hanım da zevcinin Nişantaşı’ndaki konağına
naklediyor. Artık birleşmek güç oluyor. Yalnız ara sıra nâmeler gidip geliyor. Nur
Baba, son mektubunda nihayet her şeyi feda edeceğini söylüyor. Nigâr Hanım da
buna taraftar. Bir buçuk sene evvel Ziba Hanım, “Düşün ki, çok fedakâr olmak lazımdır.”
dememiş mi idi? İcap ederse, o da zevcini, validesini ve çocuklarını terk edecek.
Macit, ber-mu’tâd Nigâr’ın evine uğruyor. Fakat arada eski samimiyet yok. Bir gece
gelişinde Beyoğlu’nda Nur Baba’ya tesadüf ettiğini ve kendisini sorduğunu söylüyor.
Nigâr, ona rast gelmek emeliyle artık her gün Beyoğlu’na inmeye başlıyor. Bir gün
karşı karşıya geliyorlar. Ve Afife Hanım’ın evinde buluşmayı sözleşiyorlar. Ertesi gün,
Afife Hanım’ın hanesinde Nigâr Hanım niyaz ettiği zaman, Nur Baba onun ayaklarına
kapanıyor. Sonra belinden yakalayarak kendisine çekiyor. İçeriye giren hane
sahibesi “Ne olacaksa, bugün olacak. Anlaşıldı.” sözleriyle dışarıya dönüyor.
Sesi Çıkmayan Kadın. -Nigâr Hanım’ı senelerden sonra tekkede mütesekkin
görüyoruz. Henüz otuz yedi yaşında bulunmasına rağmen sesi kısılmış, siması bozulmuştur.
O kadar küûle, bağırıp çağırmaya, uykusuzluklara ne dayanır? Baba, Bacı ile
birlikte üç aydan beri Kadıköyü’nde bir muhibbenin evinde misafirdir. Nigâr, gittikçe
ihmale uğramaktadır. Hâlbuki Nur Baba dergâhının bu şimdiki konak hâline girişi
onun serveti sayesindedir. Tekkenin bütün eşyası onundur. Lakin onu altı yıldır şu
dergâhta tutan şey kendi malı olan bu sakfla bu eşya değildir. Ancak mürşidin bir
nigâhı, bir tebessümü, bir sözüdür. Her şeyi onun için feda etmedi mi? Hani kocası,
çocukları, annesi nerede? Şimdi en çok ihtiyar Derviş Çinari ile dosttur. O, Nigâr Hanım’a
hem başına tatlı bir hülya veren, hem de boğazındaki mütemâdî gıcığı teskîn
eyleyen afyon hapları getirmektedir. Ziba Hanım, kumar ve ticaret işlerine dalmıştır.
Âlem Yine Ol Âlem. -Bugün nevruzdur. Tekkede hazırlıklar var. Nigâr Hanım,
bile faaliyette. Celile Bacı artık işe yaramayacak derecede çökmüştür. Kadınlar
pembe ve beyaz entariler giymiş, erler yakalarına çiçekler takmıştır. Nur Baba kırk
beşi aşkın. Fakat hiç değişmemiş. Sakalı daha ziyade siyah. Altı aydan beri Süheyla
namında bir nev-şüküfteye düşkün. Şerbetler içilmeye başladığı bir sırada ansızın
“Canlar size bir müjdem var. Gelecek hafta Süheyla ile nikâhımız akdolunuyor.” diyor.
Nigâr Hanım, kalbinden vuruluyor. Ve gizli olarak Nur Baba’ya diyor ki: -Yazık,
benim senin nazarında kıymetim kalmamıştır. Beni bunun için mi yetiştirdin?
Canı Canan Dilemiş. -Nur Baba’nın Süheyla ile izdivacı üzerine Nigâr Hanım’ın
hâli muammâ-engîz bir şey oluyor. Yemeklere bile inmiyor. Derviş Çinari
demini, yiyeceğini odasına getiriyor. Bir gün Macit Bey’den bir tezkere geliyor. Avrupa’dan
yeni döndüğünü ve kendisini görmek istediğini yazıyor. Nigâr Hanım ertesi
gün Macit’e gidiyor. Çocuklarından haber getirip getirmediğini soruyor. Titrek bir
çene, sarı, solgun bir beniz karşısında Macit’in kalbi merhametle doluyor. Fî-mâba’d
burada kalmasını ve çocuklarının bir iki aya kadar geleceklerini söylüyor. Nigâr Hanım
“Bu işe onunla birlikte karar vermemiz icap eder. Her şeye rağmen bilirsin ki
mürşidimizdir.” diye cevap veriyor. Macit, kalben ondan uzaklaşıyor. Nigâr buradan
ayrılacağı esnada “Çocuklar gelecekleri vakit bana haber ver. Belki o vakte kadar Baba’yı
ikna edebilirim.” diyor.
Bu hulâsadan sonra, mütâlaâtımızı bast ve tespit edebiliriz. Görünüyor ki,
vak’a epeyce büyük, eşhâs ise çoktur. Ona mukabil, romanın hey’et-i umûmiyesi,
yüz altmış yedi ufak sayfadan ibarettir. Hiçbir şey lâyıkıyla anlatılmamış. Eşhâs ve
vakayi’ derin, nüfûzlu bir tahlil görmemiştir. Bütün hâdiseler basit ve kabataslak bir
sinema filmi gibi gözümüzün önünden geçiyor. Müphemiyet, baştan nihayete kadar
ber-devam. Tasvir edilmek istenilen simaların ekserisini tekrar tasavvur etmek
müşkül. Ziba Hanım’ı elli yaşında buluruz. Evvelce geçirdiği o mühim hâdise nedir?
Ailece niye merdûd oluyor? Nasibi kimdendir? Nur Baba’yı nasıl buldu? Rauf
Bey kimdir? Nasip Hanım kimin nesidir? Macit’in hüviyet-i maddiye ve maneviyesi
gayr-ı malûm. Süheyla Hanım’ı ansızın sahnenin ortasında görüyoruz. Halledilemeyen
noktalar âdeta ekseriyeti teşkil edecek derecede. Nur Baba’nın her sayfası, küçük
hikâyeler yazmaya alışmış ve o çerçeveden hârice çıkmamış acemi bir kalemin
mahsulü olduğunu ifade etmektedir. Filvâki’ şu ihmal ve tesâmuh küçük bir hikâyede
tecvîz olunabilir. Fakat romanda asla câiz görülemez. Bir adamın mazisi, meksûbât-ı
irsiyesi, bilahare gördüğü tarz-ı terbiye, hususiyle ahvâl-i rûhiyesi bihakkın anlaşılmalıdır
ki, harekâtı takdir olunsun. Ve hakkında tam bir hüküm verilebilsin. Roman,
rûhî tedkikât ve tahlilâtın icrasına en müsait olan bir sahadır.
Ondan mâ-adâ, bu hikâyede iyi bir tertip de yoktur. Vak’ayı kavramak çok
zor. Vakayi’ arasındaki revâbıt layıkıyla tavzîh edilememiş, râbıtalar pek kuvvetsiz
kalmıştır. Bilfarz Macit Bey hayattan bahsederken Nigâr birdenbire sevip sevmediğini
soruyor. Bunun mâ-kabli yok, mâ-ba’dı yok. Macit sade küskün nazarlarla ufka
bakıyor. Ziba Hanım’ın ömründe ikinci defa girdiği yeğeninin evinde hararetli bir
mübâhaseyi bırakarak filhâl uyuyup kalması da aykırı duruyor. Keza Nasip Hanım’ın
kocalı ve çocuklu bir kadın olan Nigâr’a Baba’nın sevdiğini söylemeye cesaret etmesi
ve Nigâr’ın kızmaması, sonra Nigâr’ın zevcinin akrabasından bulunan Macit’e Nur
Baba’nın bakışlarından ve muhrik sesinden bahseylemesi gayr-ı tabii ve tezâd-âmîz
bir şeydir. Nasip Hanım kocalı bir kadın ve çocuğu otuz dokuz derecede iken Rauf
Bey’in yanından ayrılmıyor. Bu da belli başlı izah olunacak bir meseledir. O gibi
cümleler kitabın ötesine berisine dağılmış, aralarında bir irtibat vücuda getirilmemiştir.
Macit’in muhtırası ise kolsuz, kanatsız sakat bir mahlûktur. Bu muhtıranın nereden
elde edildiği ve buraya nasıl girdiği anlatılmıyor. Hele 142’inci sayfada “Nigâr
Hanım, Nigâr Hanım, ey bundan altı yıl evvelki beyaz güvercin!” sözleriyle başlayan
monolog ve yine 148’inci sayfada ona benzer küçük bir hitabe kâmilen lüzumsuzdur.
O hitabeleri irâd eden kimdir?
Eserin sahibi iyi bir nâsir olmak sıfatıyla meşhurdur. Hâlbuki “Nur Baba”da
öyle parlak, hususi, tırâşîde sayfalara da tesadüf olunmuyor. Bilakis üslûbu işlenmemiş
ve mühmeldir. Muharrir, uçmaya kalktığı zaman ekseriya yanlış bir kanat hareketiyle
aşağıya düşmüş, daima süflî yerlerde sürünmüştür. Mesela şu ibare zâhiren
bir kıymet ve nefâseti hâiz görünüyor: “Ey gözleri birer kor gibi için için tüten kadın,
sen mutlaka Hüseyin’in hemşiresi ve Hallac-ı Mansur’un eşisin. Kanının aktığı yerlerde
güller bitiyor. Ve külünün savrulduğu havalarda amberler kokuyor. Sen bu kokular
ve bu güllerle sermest olmuşsun. Ey bezm-i elestin ezelî sarhoşu. s.148”. Güzel
zannedilen bu sözler hakikatte ne kadar değersizdir. Nigâr gibi âdi ve sefil bir kadın,
İmam Hüseyin Efendi’mizin masum hemşiresi Ümmü Gülsüm’e ve âlem-i vecd ve
istiğrakın şehid-i mazlûmu İbn-i Mansur-ı Hallac’a nasıl benzer? Öyle bir teşbih küstahâne
addolunmaz mı? Nigâr ne zulüm gördü? Kendi arzusuyla Nur Baba’yı sevdi.
Ve onun müstefreşesi oldu. Kanı ne vakit aktı? Külü ne zaman savruldu? Bezm-i
elestin sermestleri maddeten sarhoş değillerdir. Nigâr ise ayyaş, bed-hûy, bed-tıynet
bir şahsiyet taşımaktadır. Muvaffak olamamak, hata etmek zamanın vefasızlığından
da neş’et edebilir. Biz de ona kail olacaktık. Eğer Yakup Kadri Bey mukaddimede
kitabını dokuz sene evvel yazıp şimdi bastırdığını itiraf etmeseydi.
Acaba “Nur Baba”yı yazmaktan maksat nedir? İstihdâf olunan gaye müphem
ve belirsiz. Ancak insanların fuhuşa meyyâl bulunduklarını göstermeye kavî
bir temâyül izhâr olunuyor. Nitekim baştan nihayete kadar fuhuşla mâl-â-mâldir.
Nur Baba bir tûde-i ihtiras ve şehvet. Ziba Hanım, eski bir kaltak. Nigâr alelâde bir
müstefreşe. Celile Bacı, kocası hâlet-i ihtizârda iken evlatlığına teslim-i nefs eden bir
âlüfte, Nasip Hanım, bir Şark âşüftesi, Rauf Bey bir İstanbul zamparası. Afife Hanım,
hanesini mev’id-i visâl yapan bir pest-pâye. Macit bile akrabasından birinin zevcesini
sessizce sevecek derecede hafif-meşrep. Bütün hikâyenin içinde ahlâkı temiz, kalbi
saf, vicdanı pak, bir kimseye tesadüf olunmuyor. Hep sefîh ve muhteris çehreler…
Sîmâ-yı besîm-i beşeriyeti böyle kapkara görenler yok değildir. Meşhur Röşgold her
ilaçta bir zehir ve her fazilette gizli bir çirkinlik buluyor. Ona göre, a’mâl-i beşeriyenin
kâffesi kubh esasına müstenittir. Bizim kanaatimizce, mâye-i beşer nezih ve bülend,
mevlûd-ı tabiat daima güzeldir. Hazret-i Muhyiddin-i Arabî’nin “Teemmel sütûr-al
kâinâti feinnehâ / Min-el mela-il a’lâ ileyhi ileyke resâilü.” sânihasına merbûtuz. Tabiat,
muttasıl en iyiye doğru gidiyor. Ekseriyet-i beşeriyeyi ahlâksız farz etmek ahlâksızlığın
büyüğüdür. Müellifi öyle bir şâibeden tenzih ederiz.
Yakup Kadri Bey en ziyade “sanat için sanat” taraftarı görünmektedir. Bu nazariyenin
mürevvicleri bir gaye veya ahlâkî bir endişe gözetmezler. Spenser, “Musikinin
gayesi ne talim ve ne de tehzîbdir. Ancak hazdır. O gaye umum sanatlara kifâyet
eder.” diyor. Filvâki’ sanat için sanat güzel olabilir. Fakat terakki için sanat daha
müfîddir. “Hayali fikir ile, fikri fiil ile ikmâl ederse sanat-ı şiir büyüktür.” diyen şair
vazifesini bihakkın idrak etmiştir. Bununla beraber “Nur Baba” sanattan da bî-nasiptir.
Bedii bir haz ve heyecan tevlîd etmiyor. Yalnız mevzuunun şöhret ve garabetidir
ki, bir müddet daha okunmasına vesile olabilecek. Muharririn bütün sihr-i muvaffakiyeti
intihap eylediği zeminden ibarettir.
O halde “Nur Baba”nın kıymetini hiç olmazsa mevzuunun ihtiva ettiği hakikat
ile takdir etmek mecburiyeti var. Muharrir, Bektaşi âyinlerini alenen tasvir ve
hikâye ettiğinden nâşî müftehir ve ananeden yetişip Bektaşiliğin şimdiki tereddîsine
dil-hûn olanlardan biri olduğunu mu’teriftir. Binâenaleyh Bektaşi sırrını Yakup Kadri
Bey’den öğrenebileceğiz. İtiraf etmelidir ki, “Nur Baba”da bu tarikatın erkân ve
âdâbından kapma bazı ufak tefek şeyler mevcuttur. Mesela: 1- Bektaşi sofralarında
çerağ bulundurulduğu vâkidir. Bu âdet, nûr-ı pâk-i Muhammedî’ye karşı olan iptiladandır.
Resûl-ı Kibriyâ, duasında daima “Yarabbi, beni nûr eyle.” buyururdu. Kendisi
ayn-ı nûr idi. Ancak talim-i ümmet için öyle söylerdi. Cenâb-ı Hakk, “Ve sirâcen
ve munîren” nazm-ı celîlinde Hazret-i Peygamberi kast eylemiştir. 2- Âyin-i cemde
mürşidin nezdine gidilirken sağ ayağın parmağı sola dokundurulduğu da sahihtir.
Buna peymançede durmak derler. Selman-ı Farisî, Ammar bin Yasir, Ebu Zer Gıfâr
İmam Ali Efendimizin huzurunda hep öyle dururlardı. Hürmete işarettir. 3- Tığbent,
vefa ve teslimiyet alâmetidir. Turuk-ı sâirede de istimal olunmaktadır. Tığbent, ibtidâ
İmam Muhammed Bakır’ın şehit edilmesi için münafıkîn tarafından ihzâr edilmişken
bir mümin-i hâlis onun yerinde kendi boynuna koyup âlem-i fenâdan münselih
olmuştur. 4- Mürşidin “Bu yol güçtür, melâmet yoludur. Gelme gelme. Dönme
dönme.” diye ikazda bulunması dahi mu’tâddır. Cenâb-ı Peygamber, Hudeybiye Vakası’nda
ashâbı o suretle biat ettirmiştir. Nasip alacak kimseye icbâr bulunmadığını
ifhâm içindir. 5- Musahip tabiri Bektaşiler nazarında müstameldir. Bir âyin-i cemde
beraberce nasip almış canlar yekdiğerinin musahibidir. 6- 15’inci sayfaya yarım olarak
derc edilen ve “Kâf ü nun hitabı izhâr olmadan” mısraıyla başlayan nefes Bektaşi
dergâhlarında okunmaktadır. Harâbî’nin kıymetli bir devriyesidir. İşte “Nur Baba”
hikâyesinin tarîk-i nâzenîne müteallik ihtiva ettiği mevâd…
Bektaşilikte bulunmayıp isnat olunan şeyler de şunlardır:
Evvela, muhip ve muhibbelerin beraber bulunduğu sırf bühtândır. Nisvân
tekkeye gider. Fakat tesettüre tamamıyla riayet olunur. Muhibbelerin açık saçık gezindiğini
kabul etmek zevclerini kıskançlıktan, hayat-ı recüliyeden mahrum görmek
demektir. Hangi erkek vardır ki, refika veya kerimesinin böyle laubali hareketlerine
razı olabilsin? Binâenaleyh bir Bektaşi sofrası sesi fazla çıkan bûselerle nihayet bulmaz.
Ve boş kalan eller sofra altından diz üstünde dolaşmaz. Tekkede göbek atılmaz.
Şakır şakır oynanılmaz. Hele muâşakaya hiç de mahal ve imkân olamaz. Sâniyen,
dergâhlarda dem kullanıldığı yalandır. Gerçi Bektaşilerden bazılarının müskirât
kullandığını inkâr edemeyiz. Esasen insanların nısfından ziyadesi içki içmekle
me’lûftur. Ta’zîm ve hürmetle tanıdığımız birçok zevâtın bu muzır ve mel’ûn itiyada
müptela olduğu tarihen sabittir. Hayrullah Efendi Tarihi’nin beşinci cildinin 57’inci
sayfasında sözümüzü müeyyid tafsilât vardır. Ancak içkinin Bektaşilik levâzımından
addolunmasını kat’iyen kabul etmeyiz. Bu tarikatın erkânını Pîr-i Sânî Balım Sultan
Kuddise Sırruhu kurmuş, erkân-nâmesi sâhib-i dîvân Mehmet Ali Hilmi Dede ta-
rafından tedvîn edilmiştir. Mezkûr erkân-nâmede işretin istimal ve müsâgına dair
küçük bir sarâhat yoktur. Sâlisen Bektaşi abdestinin başka bir şekilde olduğu gayr-ı
sahîhtir. Muharrir, fark olarak vuzû’-ı şer’îye Türkçe bazı cümlelerin ilave edildiğini
gösteriyor. Bilemeyiz ki, bu cümlelerin söylenmesi, şekli başkalaştırır mı? Merasim,
manayı bulmak içindir. Zikredilen o sözler, rehberin birer nasihati kabilindendir.
“İ’zâz-nâme-i Lütfi” namındaki kitapta şu fıkrayı görmüş idik. “Âşıklar tarîkinde gusül,
insanın gönlünü Hak’tan gayrı şeylerden münezzeh kılması, abdest, iki cihanın
muhabbetinden elini, yüzünü tenzih etmesi, oruç, mahremâttan sakınması, hac, muhabbet-i
dünyadan rücû eylemesi, zekât, Hak yolunda can vermesidir”. Yakup Kadri
Bey’in Macit’e aldırdığı ebedî abdest buradan mülhem görünüyor. Râbi’an, dergâhta
şarkı söylenerek raks edildiği mahz-ı eser-i hayâldir. Bektaşi tekkelerinde nefes söylenir,
hoş âyinde devriyeler okunur. Alelumum nefesler ya talimî veya enfüsî olur;
gâh bir hakikat ihtiva eder, gâh Ehl-i Beyt’in muhabbetiyle coşkun bir nehir gibi akıp
gider. Ezcümle İbn-i Rıfat Sâmih Bey’in şu nefesi ne kadar samimi ve kalbe mûnistir:
Ezelden âşığım ben Muhammed Mustafâ’ya
Fedâ olsun hayâtım bütün Âl-i Abâ’ya
Acır bî-şüphe onlar bu rûh-ı bî-nevâya
Kabul etsin erenler kul oldum Murtazâ’ya
Ne sabrım kaldı artık ne ârâm ü karârım
Hüseyn’in âteşiyle yanar kalb-i nizârım
Tutar eflâki her dem figân ü âh u zârım
Revândır seyl-i eşkim fenâ-yı Kerbelâ’ya
Gehî nisyân edersem n’olur savm u salâtı*
Unuttum Ehl-i Beyt’in gamından kâinâtı
Olur elbet müsâdif nigâh-ı iltifâtı
Alî’nin rûz-ı mahşerde hazîn bir âşinâya
O mü’minlerle zâhidâ sen ol cennette hemdem
Ki nesl-i Mustafâ’yı kılar pâmâl-i mâtem
Kolunda hırz-ı Yâsin, dilinde İsm-i A’zam
Salar tîg-i adâvet sudûr-ı Hel Etâ’ya
- Bu mısra, bizim bildiğimiz dergâhlarda ahkâm-ı şer’iyeye mutâvaaten hîn-i kıraatte terk edilir.
Budur Sâmih niyâzım erenler serverinden
Bana bir cür’a sunsun şarâb-ı Kevserinden
Görüp resm-i sülûku Horasan erenlerinden
Karîn oldum hakîkat yolunda evliyâya
Nevruz vukuunda Şâh-ı Velâyet Efendimizin menâkıb-ı seniyelerini muhtevî
bazı manzumeler okunmaktadır. Ekseriya, Hilâlî’nin Nevruziye’si kıraat oluyor.*
Nur
Baba’nın okuduğu nevruziye ancak safsata ve hezeyana iyi bir misal olabilir: “Bülbül
güle gel gel dedi/Gül bülbüle gelmem dedi”. Bu, deli saçmasından farksız bir şeydir.
Raks, dinimizce mübah sayılır. Cenâb-ı Resûlullah’ın Hazret-i Ayşe ile beraber Habeş
rakkaselerini seyir ve temaşa buyurdukları mervîdir. Mamafih, dinî bir yerde ve
bir mürşidin huzurunda ud ve def çalarak raksa kalkmak hiffetin ve akılsızlığın son
derecesidir.
Denilebilir ki, şu hikâye, Bektaşilik bilinmeden yazılmış bir eserdir. Bektaşi
babaları en ziyade vakar ve temkinleri, âlem-i kesretten tecerrütleriyle şöhret bulmuşlardır.
Kahvehaneye, umumî olan mahallere çıkmaya bile cesaret etmezler. Bir de
Nur Baba göz önüne getirilsin; bu adam, pantolonlu, yelekli, hep behîmî ve hayvanî
hislerle mütehassis bir züppe, daha gençliğinde analığıyla mukarenette bulunacak
kadar hayasız bir mahlûktur. Rakı içer, şarkı söyler. Bendelerine kendi eliyle sâkilik
eder. Balkondan mendil sallar. Dem âlemlerinde semâ’a kalkar. İhtirâsât-ı nefsâniyesi
kara bir ummandır. Ziba Hanım’la henüz muâşakada iken Nigâr Hanım’a da kızıl
pençesini uzatıyor. Hiçbir şeyden çekinmeksizin onunla açık baş ve açık sîne olarak
Çamlıca’yı, Boğaziçi’ni, Marmara sahillerini dolaşıyor, meydanda bûse alıp veriyor.
Daha sonra, nevruz esnasında bütün evlatları içinde Süheyla’nın uzattığı piyâleyi
parmaklarıyla beraber dudaklarına getiriyor, nevruziyeyi okurken elini nişanlısının
belinde dolaştırıyor. Hâsılı, “eline, beline sağlam olmak” düsturundan pervâ ettiği
yoktur. Bendeleri de aynı seviye-i ahlâkiyededir. Her şeyi ibâhe ve müsâhele nazarıyla
görüyorlar. Nigâr’ın gösterdiği itimat tamamıyla behîmî bir zevk ve ihtisâs eseridir.
Başını Baba’ya teslim etmiş. Onun izni olmaksızın bir şey yapamıyor. Vakıa, her tarikatta
teslimiyet mevcuttur. Fakat teslimiyet akîdeden doğar. “Nur Baba”da ise akîde
gayr-ı mestûr. Telkin bile iki satırdan ibaret. Teslimiyet, nâ-mahdûd değildir. “Emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” ile tahdîd olunmuştur. Anlaşılıyor ki, Nur Baba,
kadınları iğfal etmek için tarikata da pek istinat etmiyor. Esasen vahşi bir behimiyet
içinde yüzen bir eserde din medâr-ı istinat olabilir mi? İmdi bunları birleştiren kuvvet
nedir? Başka bir sâik aramayalım; o, Yakup Kadri Bey’in kuvve-i muhayyilesidir.
Bu kitapta Bektaşilik Nur Baba’nın siyah olan sarığı (s.79) gibi eğreti duruyor. Bektaşilikte
iki türlü sarık müstameldir. Hulefâ kısmı yeşil giyer. Ve icazet verebilir. Babaların
imâmesi beyazdır. Ve onlar yalnız muhip yetiştirmek salâhiyetini hâizdirler. - Son zamanlarda, Hâce-i fazîlet-mendimiz Giridî Ali Rıza Baba Efendi Hazretlerinin de
âteşîn ve heyecanlı bir Nevruziye’si muhibbânın kemâl-i rağbetini kazanmıştır.
Mezkûr hikâyenin “roman à clef ” olması ihtimâli gayr-ı vâriddir. Ortaya konulan
tiplerin ayrı ayrı sahne-i hayatta yaşamaları muhtemel, fakat Bektaşi olmaları
nâ-kabildir. Nur Baba Masalı taşıdığı eşhâsın redâ’et-i hulkiyesi itibariyle Émile Zola’nın
“Nana”sına, vukûâtın vüs’at-ı mütehayyilesine nazaran Émile Richebourg’un,
Xavier de Montépin’in efsanelerine benzer. Romanın sahibi, düşündüğü girîve-i
garâbeti fark etmiş olmalıdır ki, 123’üncü sayfada Nur Baba evlatlarının Bektaşilik
içinde ayrı bir sınıf ehl-i tarikat olduğunu, sair mürşitlerin Nur Baba’yı mülhid nazarıyla
gördüğünü ve bendelerine hakaret eylediğini itirafa muztar kalmıştır. Mademki
Nur Baba ile hem-pâları müstesna bir mahiyeti hâizdir. Şu hâlde bunların a’mâl ve
ef ’âli de müstesna sayılır. Bütün Bektaşi tekkelerinin çığırından, şeklen ve ruhen hakiki
ananelerinden dışarı çıkmış oldukları ne ile müspettir? Yakup Kadri Bey, Rufaî
ve Kadirî tekkelerinin de bozulduğunu nereden biliyor? Hayalî bir vak’ayı umûma
teşmil etmek doğru mudur? Kitabın içindeki serlevhaları gören bir kari, Bektaşiliğin
kâffe-i esrârına muttali olacak zanneder: “Bektaşi Tekkesinde Mumlar Nasıl Söner?
Bir Bektaşi Şeyhi Nasıl Yetişir? Bir Zâhir Nasıl İrşâd Edilir? Misli Görülmemiş Bir
Âyin-i Cem”. Hâlbuki bunlar bazı esnafın elde kalmış emtiasına müşteri celb etmek
için kullandığı yaldızlı ve iğfâlkâr reklamlardan farksızdır. O heyecanlı ser-nâmeler
altında muharririn pek iyi tanıdığı anlaşılan kerhane ve meyhane âlemlerinin tasviriyle
uğraşılmıştır. Vak’anın Bektaşiliğe biraz teması için de Âşık Paşazâde Tarihi,
Kâşifü’l-Esrâr, Bin Bir Hadis gibi aleyhte yazılan bazı âsârdan alınmış saçma ve garazkârâne
birkaç fikir eserin muhtelif yerlerine saçılmıştır. Hakikatte Nur Baba hikâyesi
bir hakikat ifade etmekten çok uzak ve muharriri külliyen Bektaşiliğe yabancıdır.
Tarîkat-ı Bektâşiye, haddizatında hafî bir yol değildir. Bir asır evvel, âyin-i
cemler âşikâre olarak kurulurdu. Yeniçerilerin imhası vesilesiyle icra edilen katliamdan
sonra, zâhirlerden kaçınmak lüzumu hissedildi. Ve kitmân kaidesi vaz’ olundu.
Bektaşi sırrı, işte o suretle vücut buldu. Bu ise, esassız, boş mefhumlardan biridir. Sırf
tekevvün ettiği zamanın icâbât-ı siyasiyesine müstenit zaruri bir keyfiyet idi.
Bektaşiliğin bânîsi, kutbu’l-ârifîn, gavsu’l-vâsilîn Hünkâr Hacı Muhammed
Bektaş Veli sâdât-ı Kâzımiye’dendir. Pederi Horasan sultanı Es-Seyyid İbrahim-i
Sânî, validesi ulemâdan Şeyh Ahmet’in kerimesi Hâtem Hatun, mevlidi şehr-i Nişabur,
tarih-i velâdeti mürüvvet kelimesinin delâleti olan 646’dır. Şeyh Lokman vasıtasıyla
“Divan-ı Hikmet” sahibi şair-mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinden
müstehliftir. Diyâr-ı Rum’a muvâsalatında Orhan Gazi, Hazret-i Pîr’in nezdine
azimetle hatırını tatyîb etmiştir. Müşârün-ileyh bilmukabele yeniçeriyi tanzim ve
Hükümdâr-ı Osmânî’ye Zülfikar’ı hâvî bir sancak hediye eylemiştir. Müddet-i hayatı
Muhammed, tarih-i irtihâli Bektâşiye kelimelerinden anlaşıldığına göre 92 sene ve
738 tarihidir. Merkad-ı mübareği Eskişehir civarında Sulucakarahöyük’tedir. Dergâh-ı
şerîfin kapısında ebyât-ı âtiye menkuştur:
Tâlib-i hubb-ı hakîkat behre-yâb-ı feyz olur
Bâb-ı Hak’tır Dergeh-i Sultân Bektâş-ı Velî
Mihr-i tevhîd ü hidâyet matlaıdır bu makâm
Sırr-ı envâr-ı Muhammed’le Alî’dir müncelî
Ka‘betü’l-uşşâk bâşed în makâm
Her ki nâkıs bâşed încâ şod tamâm
Mufassal tercüme-i hâli Ali’nin “Künhü’l-Ahbâr”ında, menâkıbı kendi velâyetnâmesinde
mezkûrdur. Diğer pîrân-ı a’zâmdan bir farkı yoktur. Neşve-i âşıkânesi
cihetiyle Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’ye, izhâr eylediği havârık ve kerâmâtın kesreti
cihetiyle Abdülkadir Geylânî Hazretleri’ne müşabihtir. Kadir ism-i celîlinden tecelli
eden ehlullah-ı kirâm, sâhib-i kerâmet, Alîm ismine mazhar bulunanlar sâhib-i irfân
ve ârif-i billah olur.
Mürit sıfat-ı kemâliyesini taşıyanların irâdâtı ellerinde bulunur. Bunlar, niyazdan
geçmiş naz ehlidir. Cenâb-ı Hakk’ın inayet-i ezelîsiyle istediklerini icra edebilirler.
Hazret-i Pîr-i Dest-gîr, o sevgili mukarrebîn-i ilâhiyeden biridir.
Tarîk-i nâzenîn, sair turuk-ı İslamiye gibi Sûre-i Fetih’in onuncu âyet-i kerimesine
istinat eder. Biat, aynı biattir. Zaman-ı Saadet’te Hudeybiye Gazası’na niyet
olunduğu esnada bazı kabile rüesâsı henüz İslamiyet’e ısınmamış olduklarından azîmet
hususunda tereddüt ve taallül göstermişlerdi. Cenâb-ı Hakk’ın emir ve fermanı
ile Resûl-i Ekrem tevellî ve teberrâ üzerine rüfekasını biat ettirdi. Esas budur. Tevellî
ve teberrânın manası Peygamberimizin sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemektir.
Diğer tarikatlara mensup bazı meşâyih, hîn-i inâbette talibe yalnız kelime-i tevhidi
telkin ederler. Hâlbuki talip Müslümandır. Kelime-i tevhidi esasen biliyor. Binâenaleyh
eser-i risâlet-penâhîye tevfîken tevellî ve teberrânın telkini lazım gelir. Bektaşilerin
kalbinde yaşayan müfrit Ehl-i Beyt muhabbeti bu telkinden başlar. O muhabbet,
muvafık değil midir? Kuran-ı Kerim’de “Úul lâ es’elüküm aleyhi ecran illel meveddete
fil úurbâ.” ayet-i kerimesi mevcut. Cenâb-ı Peygamber de “Ene ve Aliyyün min
nûrin vâhid.” buyurmuş ve İmam Ali’yi daima kendisine karşı Harun menzilesinde
addetmiştir. Diğer bir hadis-i şerifte: “Her kim ki Âdem’in ilmini, Nuh’un takvasını,
İbrahim’in hilmini, Musa’nın heybetini, İsa’nın ibadetini görmek murat ederse Ali
Bin Ebi Talib’e baksın.” buyuruluyor.
Bektaşi tarikatı, akide hususunda turuk-ı saire ile beraberdir. Vahdet-i vücut
felsefesi, hepsinin esasını teşkil ediyor. “Her nereye dönerseniz vech-i İlahî bulursunuz.”
manasını müfîd “Feeynema tuvellu fesemme vechullah.” ayet-i kerimesiyle “Ben
bir kenz-i mahfî idim. Lâkin zuhûra meyl-i zâtım olduğundan bu mahlûkatla taayyün
ve tahakkuk ederek zuhûra geldim.” mealindeki “Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü
en u’rafe.” hadis-i şerifi ve onlara mümâsil yüzlerce âyât-ı kerime ve ehâdîs-i nebe-
viye vahdetin lâhûtî bürhânlarıdır. Bu felsefenin Bektaşilikte “Nur Baba” müellifinin
zannı veçhile iptidaî ve kabataslak değil, mütekâmil bir hâlde bulunduğunu anlamak
için kadim urefâ-yı Bektaşiyeden Kaygusuz Abdal’ın “Besmele-i Kâmile”sini biraz
okumak kâfidir. Misal olmak üzere şu manzume oradan alınmıştır:
Ey Hakk’ı bilmeyi taleb edenler
Yüzün Hak yoluna türâb edenler
Sevenler cân u dilden Mustafâ’yı
Koyanlar sıdk ile küfr ü hatâyı
Muhib olan hâline evliyânın
Bilenler aslını vü fer’ini cânın
Vücûd sebâtını helâk edenler
Cânını gaflet pasından silenler
Olanlar her nefes Hak’la vuslat
Bulanlar bu denizde dürr-i vahdet
Erişip bu denizde gark olanlar
Özüyle cümleyi yeksân bilenler
Hakîkat cümle âlem Hak diyenler
İşitip Hak sözü sıdk diyenler
Bu yolda sıdkını şem’ eyleyenler
Özünü düşürüp cem’ eyleyenler
Bu söyleyen vücûd mudur benim mi
Gör ahi bir tenimi, ya cânımı
Niye geldim nedir bunda merâm
Ne sebebdendir insân oldu adım
Görüp Hakk’ı her yerde bilenler
Hak’la vuslat olup Hak olanlar
Gök ehli bana niçin secde kıldı
Şu bir kimse niçin şeytân oldu
Nedir evvel demek, âhir demek ne
‘Ayân olan ne imiş, sır demek ne
Murâd ne Tanrı, peygamber demekten
Sebeb ne yok demekten, var demekten
Ya yakın, ırak, küfr, îmân ne
Ne hikmettir ne imiş genc-i vîrân ne
Ne haberdir nebîler söylediği
Ne sırdır halka ‘ayân eylediği
Nedir maksûd ya ilmî kitâbdan
Sebeb nedir ne açılır bu bâbdan
Âhiri ne ola bu sözlerin hâsılı
Yetmiş yol nedir yolun vâsılı
Hakîkati nedir cümle cihânın
Nedir gönlündeki sır insânın
Kıyâsta ol ‘ayyâr değil mi?
Hemân oldur dahi kim var değil mi?
Zâhir, bâtın hemân oldur âdemde
Âdemde cümle eşyâda, âlemde
Hemân oldur dahi gayrı vücûd yok
O bir gündür ki yüzünde bulut yok
Zâhir onun vücûdudur bâtın ol
Hemân oldur özüne gel emîn ol
Eğer tâlib isen bilmekte Hakk’ı
Özüne gel öz ‘ilmin oku
Özünü kurtaragör gel hayâlden
Haberdâr ola cânın küllî hâlden
Ki şöyle cân gibi azîz olasın
Gide kalbin pası sâfî olasın
Özün bil ki Hakk’ı bilmiş olasın
Yüklü maksûdun bulmuş olasın
Dahi gümânın kalmaya özüne
Sücûd eyleyesin sen kendözine
O menzile erişecek seferin
Nûr idi dahi nûr ola nazarın
O demde göresin bu cümle pergâl
Dem ü sâ’at, gece, gündüz, mâh, sâl
Velî, nebî, tarîk, peygamber, Cibrîl
Hemân ne demektir bunların aslını bil
Yalan, gerçek demek noksân kemâl
Tarîk-i Hak nedir ya şerîk ü izlâl
Bu hayâller ki görünür cihânda
O sıfatlar ki söylenir kelâmda
Yol, menzil, yakın, ırak demeklik
Dolu, boş, bâtıl, hak demeklik
Cihân içinde gördüğün hayâller
Hayâl içindeki bu cümle hâller
Hemân bir noktadır bir harf-i elif
Hakîkat şöyle ki cân gibi latîf
Dahi bundan latîftir kim derem ben
Edebilmem nice nişân verem ben
Özüne gel ko bu yanlış hayâli
Eğer bulmak dilersen Zülcelâl’i
Dahi kasdına bak sen bu kelâmın
Tâ ki elif ola sendeki lâmın
Hemân kendözine ikrâr eyle
Özünü sen gel özüne yâr eyle
Bu haberdir aslı hemân kelâmın
Hakîkati var cümle âlemin
Hakk’ı bilmek budur özün bilesin
Hemân müşkül özünü hal kılasın
Ey tâlib haber anla bu haberden
Mukaddem ne ola ettiğin pazardan
Eğer söz anlarsan yol göründü
Açıldı bir de sağ u sol göründü
Hak içinde dahi kalmadı müşkil
Erişti hadde yol göründü menzil
Hemân cümle cihân bir vücûd oldu
Vücûd içinde Allah mevcûd oldu
Ey bu cihânda özün kâmil bilenler
Özün bilip tevhîde yol bulanlar
Hak nûrdur cümle âlem tecellîsidir
Aslı Hakk’ındır cümle sıfât şu’besidir
Mezhep ve tarikatları tefrikaya bâdî zannedenler yanılıyorlar. Her yol, müzikanın
bir altı mesâbesindedir. Ayrı olunca, ahengi nev’ine göre olur. Fakat hepsi
birleştiği zaman tam bir bâng-i mûsîkî husûl olur. Turuk-ı İslâmiye’nin kâffesi aynı
suretle câmia-ı İslâmiye’yi teşkil eder. Tarîk-i nâzenîn, arkadaşlarından hiçbir veçhile
ayrı gitmiyor. Âdâb ve erkânı zu’m edildiği üzere gizli değildir. Arzu edenler, Rifat
Bey’in “Mirâtü’l-Makasid fî Def ’i’l-Mefâsid” namındaki eser-i matbû’una müracaat
buyursunlar. Orada telkini de göreceklerdir. 259, 260, 261 sayfalarındadır. Şimdiye
kadar “Nur Baba” kabilinden birçok masallar dinledik. Lakin onların sırası çoktan
geçti. Tarîkat-ı Bektaşiye, hâtemü’l-enbiyâ ve memdûhü’l-esrâr lâ fetânın şem’-i
tevfîk-i hidâyetidir. Pir Sultan’ın dediği gibi, münkir üflemekle bu çerağ sönmez.
İzmir-12 Temmuz 1338
Kaynakça
Akı, Niyazi. (2001). Yakup Kadri Karaosmanoğlu: İnsan-Eser-Fikir-Üslûp. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Aktaş, Şerif. (2014). Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Ankara TDK Yayınları.
Baba, Okan. (2002). Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Hayatı ve Eserleri. İstanbul: Toker Yayınları.
Çıkla, Selçuk. (2003). “Eleştiri Tarihinde Tenkit Adını Taşıyan İlk Dergimiz”: -Tenkid-.
Hece: Eleştiri Özel Sayısı, 77/78/79: 617-621.
Demirci, Mehmet. (2013). “Karataş Bektaşi Tekkesi”. Yeni Asır, 22.02.2013. http://www.
yeniasir.com.tr/yazarlar/mehmet.demirci/2013/02/22/karatas-bektasi-tekkesi (Erişim
tarihi: 05.05.2016)
Gariper, Cafer ve Küçükcoşkun, Yasemin. (2008). “II. Meşrutiyet Döneminde Yayımlanan
Nur Baba Romanı ve Yarattığı Akisler”. bilig, 47: 45-78.
—. (2009). Dionizyak Coşkunun İhtişam ve Sefaleti: Yakup Kadri’nin Nur Baba Romanına
Psikanalitik Bir Yaklaşım. İstanbul: Akademik Kitaplar.
Gülmez, Nurettin ve Önder, Meltem. (2013). “Alaşehir Kongresi’nde Bir Belediye Başkanı:
Galip Bey”. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(3): 116-130.
Gülmez, Nurettin ve Tahancı, Bülent. (2013). “Alaşehir Kuva-yı Milliye Komutanı Mustafa
Şahyar Bey”. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(3): 131-148.
Işık, İhsan. (2006). Türkiye Edebiyatçılar Ve Kültür Adamları Ansiklopedisi. c.5, Ankara: Elvan
Yayınları.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1338/1922). Nur Baba. İstanbul: Akşam Matbaası.
—. (1339/1923). Nur Baba. İstanbul: Orhaniye Matbaası.
Karayaman, Mehmet. (2014). “Yüzbaşı Süleyman Süruri (Emekçil) Bey’in Batı Anadolu’da
Kuva-Yı Milliye Hareketi’nin Ortaya Çıkmasındaki Hizmetleri”. Ankara Üniversitesi Türk
İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 55: 83-108.
Kaygusuz, Bezmi Nusret. (1955). Bir Roman Gibi. İzmir: İhsan Gümüşayak Matbaası.
—. (2005). Şeyh Bedreddin. Ed. Öner Yağcı. İstanbul: İleri Yayınları.
—. (1338/1922). Nur Baba Masalı. İzmir: Ahenk Matbaası.
Oğuzkan, A. Ferhan. (1979). Yakup Kadri Karaosmanoğlu: hayatı sanatı eserleri. İstanbul:
Varlık Yayınevi.
TDK Güncel Türkçe Sözlük (2016a). “Masal”.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK .
GTS.573460f1610021.85743466 (Erişim tarihi: 12.05.2016).
TDK Güncel Türkçe Sözlük (2016b). Masal okumak (veya anlatmak).
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&kelime=masal%20okumak%20(veya%20anlatmak)&cesit=2&guid=TDK.GTS.573460f62a0686.47540728
(Erişim tarihi: 12.05.2016).
78 TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ
ARAŞTIRMA DERGİSİ KIŞ 2016 / SAYI 80