Ortaca Katliamı

Ortaca Katliamı

5 Haziran 1966’da gerçekleşen Ortaca Katliamı, Cumhuriyet döneminde, Dersim’den sonra Alevilere yönelik ikinci büyük katliam olarak tarihe geçti.  Bugün Alevilere yönelik katliam politikalarını ve Terolar’da kurulan kamplar ile asimilasyoncu uygulamaları anlamak için Ortaca Katliamı üzerine düşünmek gerekir. Ortaca Katliamı asimilasyoncu politikaların neye dönüştüğünü kavrayabilmek  ve sonuçlarının nelere evrildiğini anlamak açısından önemli bir basamak.

Osmanlı kayıtlarında “cemaat-ı tahtacıyan” olarak anılan ve genel olarak “tahtacılar” olarak adlandırılan Türkmen Aleviler, 11. yüzyılda Anadolu’ya göç eden “Ağaçeri” soyundan gelen insanlardan oluşmuştur. Anadolu’ya göç ettikten sonra yoğunlukla Toroslar bölgesine (Akdeniz) yerleşen bu göçebe Aleviler,  ağaç işleriyle uğraşmalarından ötürü “Tahtacılar” olarak anılmışlar. Göçebe süren yaşamları gereği Cumhuriyet döneminden itibaren eğitimden ve yol, su, elektrik 

 

gibi hizmetlerden yoksun bir hayat sürmüşlerdir. Yine bu durum bu bölgedeki Alevilerin, dışlanmasına ve hor görülmesine yol açan etkenlerden birisidir.

Ne olmuştu?

İstanbul’da 1942 başlarında gazetelerde genel olarak gayrimüslimlere yönelen saldırgan bir üslup görülmeye başlanır. Dönemin politikacılarının Hitler Almanyası ve Nazi politikalarıyla kurduğu ilişki, medyadaki söylemlere de giderek daha fazla sirayet etmeye başlar. Özel olarak Yahudileri hedef alan bu tür yayınlar, azınlıkların tamamını hedef alan stereotipler oluşturmakta kullanılır. Bu yayınlara göre azınlıklar, daha genel bir ifadeyle gayrimüslümler hırsız, dolandırıcı ve vurguncudurlar.  Bu söylemlerden Aleviler’de nasibini alacaklardır. Hatta şair Orhan Seyfi Orhon, 24 Eylül 1942’de kaleme aldığı yazıda şu ifadeleri kullanacaktır:

“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!”

Varlık Vergisi ve Toplama Kampları

Dönemin Başbakanı Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’de ani ölümü sonrası 9 Temmuz’da kurulan Şükrü Saraçoğlu hükümeti, bu kaotik ortamda 11 Kasım 1942’de Mecliste oy çokluğu ile Varlık Vergisi kanununu çıkarır.

Gayrimüslimlere yönelik olan bu vergi, ağırlığı nedeniyle ödenemeyecek ve 27 Ocak 1943 tarihinde vergilerini ödeyemeyen gayrimüslimler başta Eskişehir-Sivrihisar, Erzurum-Aşkale gibi bölgelerde hazırlanan çalışma kamplarına gönderileceklerdir. Kayıtlara göre Aşkale’ye gönderilen 1229 vergi mükellefinden 21’i, kötü hava koşulları ve yetersiz bakım nedenleriyle  yaşamını yitirir. Oysa gerçek, çalışma kamplarındaki iş koşullarının ağırlığıdır.

Bu çalışma kamplarından birisi de Muğla-Dalaman’da kurulur. Dalaman’da kurulan kamp yerinde Aleviler yaşamaktadır. Kampın kurulması için bölgede yaşayan Aleviler önce yakındaki Fevziye köyüne gönderilir. Yine Alevilerin yerleşim yeri olan Fevziye Köyü’nün gelen nüfusu kaldıramaması üzerine, buraya gönderilen Aleviler, bir bataklık olan Ortaca bölgesine sürülmüşlerdir.

Alevilerin bataklıktan yarattığı ilçe: Ortaca

Buraya yerleştirilen Aleviler çalışarak bölgedeki bataklığı kurutup tarıma elverişli hale getirmiş, eski bataklığın verimli toprakları üzerindeki bölgeyi yeni bir yerleşim alanına dönüştürmüşlerdir. Böylece bugünkü Ortaca ilçesinin temeli atılmış olur. 1943 tarihinde temeli atılan Ortaca’nın nüfus yoğunluğu Dalaman’dan sürgün gönderilen Alevi Türkmenlerden oluşmaktadır. 1960 yılının başlarında Fevziye köyünün yakınında bulunan ve o dönemdeki adı “Kızılyurt” olan Güzelyurt bölgesinde yaşayan Nurcu ağası olan Nazmi Yavuz’a, devlet tarafından  Fevziye köyü ile Ortaca arasındaki büyük bir arazi  verilir. Karşılığında Fevziye Köyü’nde bulunan bir bataklığın kurutulması istenmiştir. Fakat Nazmi Yavuz bu işlemi yerine getirmez.

Yeşil bayrak açan Nurcu’lar Alevilere saldırdı

Bataklığın kurutulma işlemi yapılmadığından Fevziye Köyü’nde yaşayan Alevilerle, Nurcular arasında  çatışmalar başlar. Önceleri küçük kavgalar ve sataşmalarla başlayan bu gerginlik yerini büyük çatışmalara bırakacaktır.  Ağa Nazmi Yavuz adamlarını toplayarak Fevziye Köyü’nde yaşayan ve Dalaman çayı etrafında pamuk toplayan Alevi kadınlara ve çocuklara saldırır. Burada insanlar hasırlara sarılarak çaya atılacaktır.

Nazmi Yavuz,  “Aleviler camilerimizi yıkıyorlar” yalanıyla “yeşil bayrak” açarak 16 Sunni köyünü birleştirir. Amaç bölgede bulunan Alevileri kovmak ve bölgeye hakim olmaktır. “Bu topraklar bizimdir, tahtacılar dağlarınıza gidin” , “Bir tahtacı öldüren cennetliktir” , “Alevilerin namusu olmaz”  sloganlarıyla 5 Haziran 1966 tarihinde Ortaca’ya doğru yola çıkan yaklaşık 1000 silahlı insan ilk önce bir sinemayı basar ve  içinde insanlar olduğu halde sinemayı ateşe verirler. O gün iki kadına da tecavüz edilir.

Kendisi bir Alevi olan, Ortaca’nın ilk belediye başkanı Ziya Çavuş’a, makamı basılarak işkence yapılır. Zorla saç ve sakalı kesilen belediye başkanı, yine zorla imzalatılan bir belgeyle istifa ettirilir ve yerine saldırganlardan biri atanır. Ortaca’daki ilk ve son Alevi belediye başkanı da Ziya Çavuş olacaktır.

Devlet müdahale etmiyor

Tüm bu olaylar sürerken kolluk güçleri müdahalede bulunmaz. Kayıtlara göre bölgede bulunan güvenlik görevlilerinin kaçtığı ya da saklandığı da bilinmektedir. 12 Haziran’da Emin Yavuz, Yeğeni Saffet Yavuz, Alim Ceylan ve Halit Ceylan, odun toplamaya çıkan bir Alevi aileye saldırır. Daha öncesinde ise Nurcuların şeyhi “Alevilerin namusu olmaz” fetvası vermiştir. Burada bir kadın eşi ağaca bağlandıktan sonra tecavüze uğrar. Ertesi gün olayı öğrenen Aleviler, Ağa Nazmi Yavuz’un köyünü basarlar. Çatışmada Nucular’dan olanHalil Sarı öldürülür.

Çatışmalar ve Alevilere karşı uygulanan baskı artarak devam ederken, ne dönemin Muğla Valisi Hasan Basa, ne İçişleri Bakanı Mehmet Faruk Sükan ne de Başbakan Süleyman Demirel hiç bir müdahalede bulunmazlar. Bunun üzerine Aleviler silahlanarak nöbet tutmaya devam edeceklerdir.

 

16 Haziran’a kadar devam eden çatışmalar sonucunda birçok Alevi, bölgeyi terk etmek zorunda kalır. Kalanlar ise silahla nöbet tutarak her an korku içerisinde yaşamaya devam ederler.  16 haziran günü Fevziye Köyü ve Ortaca’yı birbirine bağlayan köprü tahrip edilir, bu yerleşim yerleri arasındaki bağlantı koparılır. 12 gün süren bu çatışmalarda ne kadar insan öldüğü ise tam olarak bilinmemektedir.

Yaklaşık bin kişinin bir günde nasıl silahlandığı, neden emniyet tedbirleri alınmadığı ve 12 gün süren olaylara neden müdahalede bulunulmadığı, Ortaca Katliamı için yetkililerin yapmış olduğu açıklamalarda kendini ele vermektedir. 10 kilometrelik yol boyunca silahlı 1000 kişiye müdahale edilmemiş olması da devletin katliamdaki sorumluluğuna işaret eden önemli olgulardandır. Çünkü katliamın yaşandığı bölgeye beş dakikalık mesafede jandarma karakolu bulunmaktadır.

Başbakan Süleyman Demirel: “Olay münferit bir vakadır”

Ortaca Katliamı sırasında dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay; “Türkiye Laiktir. Sunnilik-Alevilik olmadığını, halkın itikadını kendisinin ayarlayabileceğini” açıklamasını yapmış; Başbakan Süleyman Demirel ise katliamı münferit bir vakadır diye geçiştirecektir. Yine dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Faruk Sükan; “Türkiyemizde sureti katiye de bir mezhep kavgası olamaz” diyerek olayı örtbas etmiş, yine  Muğla Valisi Hasan Basa; “Mezhep çatışması yoktur. Irza geçme iddiasının da olayla ilgisi olmayan münferit bir hadisedir,” diyerek Ortaca Katliamı’nın üzerinin kapatılmasında aktif rol almıştır.

Ortaca Katliamı’ndan sonra Alevi esnafın çoğu İzmir’e göç etmiştir. Alevilerden boşalan alanlar yağmalanmış, bölgedeki Nurculara peşkeş çekilmiştir. Geri kalan arazilerde Alevilerden yok pahasına satın alınmış, bölge Türk-İslam ideolojisine dayalı bir kimliğe büründürülmüştür.

Ortaca Katliamı oluş biçimi ve sonuçlarıyla değerlendirildiğinde bu topraklarda yaşanan diğer Alevi katliamlarının provası olma  niteliğinde. Dersim’de gerçekleşen katliamdan farklı olarak dönemin siyasi egemenlerinin, Alevilere dönük katliam ve asimilasyon politikalarını, toplumsal bir ayrışma yaratarak yapmış ve bunda başarılı olmuşlardır. Buradaki başarı Sivas, Maraş ve Çorum’un yolunu açacak, bu katliamlarda Ortaca’da olduğu gibi karanlıkta bırakılmıştır.

Bu nedenle Alevi toplumu açısından ortak bir bellek oluşturmak, özellikle de Ortaca gibi katliamları unutmamak ve unutturmamak, günümüz politik atmosferi içerisinde dünden çok daha elzemdir.